”Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden umutluyum.Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden de mutluyum!”

15 Aralık 2008 Pazartesi

ÇOCUK GELİŞİMİNDE OYUNUN ANLAM VE ÖNEMİ(2)



Faiz CEBİROĞLU

Çocukların gelişiminde en önemli etkinlik olan ço­cuk oyunu üzerine, bana sürekli sorular geliyor. Sevin­diricidir. Çocuklarını en iyi bir şekilde yetiştirmek iste­yen, sorumlu anne ve babalar, haklı olarak bu konuda bilgi sahibi olmak istemekteler. Böylesi sorumluluk, çok sevindiricidir.

Değişik dergi ve gazetelerde çocuğun oyunu üzerine yazdıklarım vardır. Ayrıca, Sanat, Edebiyat ve Eğitim’de YOĞUNLUK dergisinin Nisan 2006, sayı 4’te, “Oyunun Anlam ve Önemi Üzerine” başlıklı geniş bir yazım var­dır. Bu konuda daha geniş bilgi sahibi olmak iste­yen­ler, bu yazıları da okumaları iyi olur, diye düşünüyorum.

Oyun üzerine başlıklı bu kısa yazımda, daha önceleri üzerinde durmadığım veya az durduğum bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.

Oyun, çocuğun sosyal gelişiminde çok önemli bir yer teşkil ediyor. Oyun, en başta, çocuğun ihtiyacı olan kontak, merak, heyecen ve sosyal birlikteliğin aracıdır. Çocuğun kendini ve çevresini anlamada aracı olan yine oyundur. Oyunlardır.

Bazen kendiliğinden, bazen de planlı bir şekilde oy­nanan çocuk oyunları, değişik yaş ve gelişim aşamalarına göre ayrılıyor. Bunları şöyle sıralamak mümkün:

1- Fonksiyon oyunu ( 0–1 ½ yaş): Çocuğun kendini, vücudunu, çevresini tanıma ve anlama araştırmalarıyla yoğun, meşgul olduğu devinimsel ve deneyimsel süreç.

2- Paralel oyun (1 – 2 yaş): Çocukların işbirliği yapmadan, ya tek başlarına, ya da yan yana aynı oyuncaklarla oynama. Roloyuna hazırlık süreci.

3- Rol oyunu (3 – 6 yaş): Çocukların birlikte oynadıkları taklit oyunu. Değişik konuları içeren, sosyal rolleri ihtiva eden oyunlar. Örneğin, “Anne, Baba ve Çocukları”, “Doktor”, “Hemşire” gibi rollere girme ve oynama. Roloyunu, çocuğun gelişiminde önemli bir oyun şeklidir.

4- Kurallı oyun ( 6 – 12 yaş): Okula başlangıç devresi. Kimlik yapılanması ve sosyal gelişimin en önemli devresidir. Çocukların hem yaşıtlarıyla birlikte olma, hem de arkadaşlıkların uzun süreli olduğu devredir. Burada, arkadaşlar arasında oynanan oyunlar, artık belirli bir kurala dayanıyor. Artık kurallara göre oynama ve kuralları öğrenme durumu var. Futbol v.b gibi takım oyunları. Satranç, bilgisayar oyunları. Değişik yarış­malar. Oyunlarda “kaybetme” ve “kazanma” durumu. Çocukların kendilerini “sınama” ve ”başarılı” oldukları aktivitelerde kendilerini gösterme. Bu devrenin en popüler oyunları, müzik ve spor gibi oyunlardır…

Değişik yaş gruplarına ayırdığım bu oyun ve oyun gelişimine psikolojik açıdan da yaklaşırsam, şöylesi sonuçlara varmak mümkün:

Bir: Çocuklar oynar, çünkü oyun oynamak eğlencelidir.

İki: Çocukların, oyun esnasında çıkabilecek ihtilaflarla karşı karşıya kalmaları ve bu ihtilafları çözme ortamı.

Üç: Çocuğun kendini ve çevresini tanıma zemini.

Dört:
Çocukların hayal güçlerini, düşünce, yaşam ve duygularını ifade etme ortamı.

Dünyanın neresinde olursa olsun, çocuklar oynar, zira oyun oynamak zevkli ve neşelidir.
Çocuklar oynar, zira oyun aracılığıyla sosyal birliktelikler sağlanıyor.

Çocuk oyunu önemlidir, çünkü dostluk, arkadaşlık, duygudaşlık ve kendi kültürlerini iletme, oynadıkları oyunlar aracılığıyla oluyor.

Çocuk oyunu önemlidir, zira çocuğun dünyayı ve çevresini tanımanın metodu oyundur, oyunlardır. Bu yüzden, çocukların oyunlarını destekleyelim. Çocuk oyunun yalnız “oyun” olmadığnı, artık kavrayalım...

9 Aralık 2008 Salı

ÇOCUK GELİŞİMİNDE OYUNUN ANLAM VE ÖNEMİ(1)



Faiz CEBİROĞLU

Çocukların dünyası, gerçekten, oyunla dolu. Oyun da; kelime, ritim, şarkı ve hareketle doludur. Çocuklar, oynadıkları oyunlar aracılığıyla, hayatla ilgili deney yaparlar, deneyim kazanırlar. Bu araçla, kendilerini ifade ederler.

Müzik, değişik oyun ve aktiviteler, çocuğun hem motorik, hem de yetenek kazanmasında önemli bir yer tutar. Bu açıdan, çocuğu tek yönlü değil, çok yönlü, yani topyekün gelişimini destekleyen ve etkileyen tüm alanlarda desteklemek gerekiyor.

Burada, bazı noktalara değinmek istiyorum:

Çocuğun motorik gelişimi:

Çocuğun motorik (devinimsel) gelişimi konusunda sık sık yanlış anlaşılmalara rastlıyoruz. Tanık oluyoruz. Bazıları, çocukların önce ayaklarını ve daha sonra vücüdun diğer bölümlerini geliştirdiğini sanıyor. Doğru değil. Tam tersine, çocuğun motorik gelişimi, yukardan aşağıya doğru, yani önce başıyla mobiliyet ve stabilitet kazanıyor, daha sonra, el ve kollarda ve en sonda da ayaklarda mobiliyet ve sabitlik elde ediliyor. Bu aşamalardan sonra çocuk, ancak yürümeye başlıyor.

Bu motorik gelişimi destekleyen, oyunlar çoktur. Çocuğun bu oyunlardan yararlanması gerekiyor. Çocuğa; sürünme hareketleri, zıplama, koşma ve dans etme gibi… Hareket edeceği yer ve imkân, bulmak ve yaratmak, çok önemlidir. Çocuklara bu yer, zaman ve desteği sağlayacak olan, biz büyüklerdir.

Denge duyusu:


Çocuğun gelişiminde denge duyusu da çok önemlidir. Çocuğun denge duyuları: yukarı/aşağı; sol/sağ; ileri/geri gibi duyulardır. Yazmış olduğum bu duyular, çocuğun “içselkulağı” diyebileceğimiz bir yerde bulunmaktadırlar. Çocuk, hareket ettiği zaman, otomatik olarak bu duyularını çalıştırmaktadır.

İşitme duyusu:

İşitme duyusunu en iyi destekleyen, hiç kuşkusuz, müziktir. Çocuk, şarkı aracılığıyla, ritim, melodi, tempo, durak gibi elementleri öğrenir. Bu araçla, özdinamik elde eder. Diğer alanlarda olduğu gibi, müzik alanında da, çocuklar değişiktir. Kimileri, şarkıyı ve ritmini hemen öğrenir, kimileri daha sonraları. Bu da normaldir. Buna, saygı göstermek gerekir.
Unutmamak gerek, çocuklar, duyularıyla, tecrübe ve faaliyetleriyle gelişir. Çocuklar, koştukları, tırmandıkları ve hopladıkları zaman motorik/hareket yönlerini geliştirir. Onun için, çocuklar, sürekli kendi vücutlarını hareket ettirmeleri gerekir. Bu hareketi sağlayacak olan araç, hiçkuşkusuz, oyundur. Oyunlardır.

Dünyanın neresinde olursa olsun, çocuklar oynar, oynamayı sever. Zira oyun, çocukların ifade formudur. Bu form üzerine onlarca kitap yazılmış, değişik yaş gruplarına ilişkin, teoriler geliştirilmiştir.

Oyun, hayal gücüyle dolu, istek dolu, bazen kendiliğinden, bazen de planlı bir aktivite olarak tasvir edilebilir. Oyun oynayan çocuklar, büyük bir konsentrasyon ve angaje içine girerler. Bu, çocuklarda heycen, ciddiyet ve coşku dolu bir sosyal birliktelik ortamı yaratır.

Oyun, zevkli ve neşeli olduğu için, tüm çocuklar tarafından oynanır. Çocukların birçok ihtiyacı oynadıkları oyun aracılığıyla karşılanır. Daha da önemlisi oyun, çocukların arkadaşlarıyla birlikte olmalarını sağlar. Bu açıdan oyun, çocuklar için olmazsa – olmaz bir ihtiyaçtır.

Çocuklar, kendilerini, duygularını, sosyal ve yaratıcı yönlerini ifade etmek için, oynarlar.
Çocuklar, vücutlarını kullanmak, kendi dünyalarını tanımak, araştırmak ve deneyim kazanmak için, oynarlar. Böylece çocuklar, oynadıkları oyun aracılığla özgüven ve özduygu elde etmiş olurlar.

Oyun, aynı zamanda, çocukların sembolik yeteneklerini de geliştirir. Çocukların oyunlarına bir bakın; bazen, oynadıkları kum, bir “pasta” oluyor; bazen “masa”, bir “gemi” haline getiriliyor. Bazen, oyun oynayan küçücük kızlar, anne, büyük abla; bazen küçücük erkek çocuklar, baba, kardeş, amca, rollerine giriyorlar. Böylesi oyun tarzına, pedagojide, “rol-oyunu” deniyor. Bu rol-oyunun çocukların gelişmesinde büyük önemi vardır. Bu oyunla çocuklar, yetişkinlerin dünyalarını anlamaya çalışırlar; yetişkinlere, oynadıkları bu rol-oyunlarıyla, benzemeye çalışırlar.

Bir rol-oyununa ilişkin, pratik yaşamdan, somut bir örnek vermek istiyorum.

Üç erkek çocuk arasında oynanan bir oyun:



“Maskeli Adam”.

Oyunda roller:

Kuvvetli çocuk: 4,5 yaşında (maskeli adam).
1. zayıf çocuk: 4 yaşında.
2. zayıf çocuk: 5 yaşında.
Oyun için kullandıkları materyaller: karton, makas, elastik, renkler (boya).

Oyun, bir gün, bir çocuğun yanıma gelip, “Faiz, bana bir maske yapar mısın?” diye sormasıyla başladı ve gelişti. Birlikte maskeyi yaptık. Maskeyi kendisi boyadı. Maskeyi takıp, hemen oynamak isteyen iki çocuk buldu. “Maskeli Adam” çocuklara yaklaşıp; “Brrrr!..” deyince, çocuklar koşmaya başladı, kendisi de arkalarından… Çocuk, ara sıra yanıma gelip; “Faiz, gördün mü, çocuklar benden korktu!” diye, büyük bir coşkuyla, bana anlattı.

Bu oyun, bazen de roller de değişerek, iki – üç saat kadar oynanabilir.

Oyunu biraz aydınlatırsak, “ipucu kelimelere” varmış oluruz:

1- Çocuklar oyunda, “kuvvetli adam” ile “zayıf adam” rollerini prova ediyorlar.

2- Zayıf çocuk rolündeki arkadaşları, oyunu, “heyecan”, “titreme”, “ürperme” ve “korku” duygusuyla oynuyorlar. Onlar da bu oyun aracılığıyla, bu duyguları öğrenmiş oluyorlar.

3- Çocuk, maskesiyle, diğer çocuklarla kontak kurmanın yolunu buluyor. Arkadaş ediniyor.

4- Bu oyunla çocuk, hem sosyal, hem de kişisel olarak kendini geliştiriyor.

5- Bu oyunla çocuk, konsentrasyon yeteneğini artırıyor.

6- Çocuk oyun süresince dilini kullanıyor. Geliştiriyor.

Bir başka oyunu, çoğumuzun oynadığı:

“Yağ Satarım, Bal Satarım” oyununu ele alalım:

Bu oyunda en az 6 kişi olmamız gerekiyor.

Şimdi hep beraber bir halka oluşturalım ve yere oturalım. Herkesin yüzü birbirine dönük olsun. Bir ebe seçelim ve ebemizin eline ucu düğümlü bir mendil verelim. Ebemiz, elindeki mendili bize göstermeden arkamızda dolaşacak. Bakalım hangimizin arkasına bırakacak mendili. Ahmet’in arkasına eğildi, acaba oraya mı bıraktı? Yok yok herhalde Zeyneb’in arkasında. Ebe bizi şaşırtmaya çalışıyor, arkamıza dönüp bakmamız yasak, ancak el yordamıyla anlayabiliriz mendilin arkamızda olup olmadığını. Ebe, hâlâ etrafımızda dönüyor:

“Yağ satarım, bal satarım. Ustam ölmüş, ben satarım.”
“Ustamın kürkü sarıdır. Satsam on beş liradır.”
“Zambak zumbak, dön de arkana bak.”

Mendil arkamdaymış, şimdi ebe, bir tur atıp, benim yerimi kapıp oturmadan onu yakalamam lazım. Eğer yakalayamazsam, ebe ben olurum. Eğer mendilin arkamda olduğunu fark etmezseydim ve ebe halkayı dolanıp gelseydi, ebe yine ben olurdum.”

Bu oyunu da tahlil edersek:

Bir: Oyun, çocukların hem “tepki yeteneklerini”, hem de -koşacakları- “yön/taraf duyularını”, çalıştırıyor, harekete geçiriyor.

İki: Oyun, çocukların “konsentrasyon” ve “dikkat” yönlerini geliştiriyor. Oyunda, çocukların “dikkatli” ve “uyanık” olmalarını; ebenin, her an mendili arkalarına bırakacak sezgisiyle, koşmaya ve ebeyi yakalamaya “hazır” durumda olmalarını sağlıyor.
Üç: Çocuklar kural öğreniyorlar; oyunun kuralını öğreniyorlar.
Dört: Oyun sürecinde çocuklar koşarak, motorik yönlerini geliştiriyorlar.
Beş: Oyun esnasında çocuklar, ritim, tekerleme, aracılığıyla, hem tempo ve durak gibi elementleri (müzik) öğreniyorlar; hem de söyledikleri, birbiriyle uyumlu, şarkılı sözlerle yeni kelime ve kavramlar öğreniyorlar. Bu yolla dillerini geliştiriyorlar.
Altı: Oyun, çocuklara, zevkli, neşeli ve heyacan dolu bir ortam sağlıyor; duygularını ifade etmenin zemini yaratılmış oluyor.

Yedi: Oyun çocukların sosyal yönlerini geliştiriyor. Başka çocuklarla bir arada olmanın birlikteliğini sağlıyor.

Genelde toparlarsak:


* Oyun, değişik arkadaşlarla ilişki kurmanın aracı,
* Sosyal rolleri öğrenme,
* Kendini tanıma ve pratikte sınama,
* Konsentrasyonu öğrenme,
* Belirli kuralları öğrenme ve kabul etme,
* Dilini pratikte kullanma ve geliştirme.

Özetle oyun;
çocukların hem fiziki, hem de ruhsal aktivite atölyeleridir. Oyunun hem motifi, hem de hedefi vardır. Motivasyon, daha sonra oyunun hedefiyle karışır. Tekleşir.

Evet, çocuk oyunu sonderece “ciddidir”, buna saygı gösterelim.

Oyun, çocukların kültürüdür. Destekleyelim.

16 Kasım 2008 Pazar

”KALEMİMDE SAKLANIYOR RESİMLERİM”




Faiz Cebiroğlu

Çocuklar, bizim çocuklar. Hayallerle dolu olan bizim çocuklar; ressam çocuklar. Düşüncelerini ve duygularını resim dili ile de bizlere ifade eden bizim çocuklar; ressam çocuklar.

Resim çiziyorlar; resim çizmek eğlencelidir.

Resim üretiyorlar; sanatçı kimliklerini geliştiriyorlar.

Resim çiziyorlar; çizdikleri resmi anlatarak, konuşma dillerini ve konuşma yeteneklerini geliştiriyorlar.

Resim çiziyorlar; hayal dünyaları ve yaratıcılıklarını gösteriyorlar.

”Tehlikeli bir aslan çizdim” diyor, 4 yaşında bir çocuk.

Ben de ”atımı çizdim” diyor, bir başka çocuk…

Resim çiziyorlar; kimisi aslan, at, gözlük takan güneş; kimisi de gökyüzü, deniz çiziyor, hayallerle dolu olan bizim çocuklar. Boya ve renklerden harikalar yaratıyorlar; yaşamlarında onları etkileyen; onları ”meşgul” eden resimlerini, ”resim dili” ile bize sunuyorlar.

Yıllar önce bir yerde okumuştum; Danimarka’lı bir ressam bayan, bir kız çocuğa; ”bu kadar güzel resimleri nereden buluyorsun?” diye sorduğunda, 5 yaşındaki kız; ”renkli kalemlerimde saklanıyor resimlerim” diye mükemmel yanıt veriyordu.

Evet; kimisi renkli kalemlerinde, kimisi boyalarda, kimisi de çocukların hayallerinde saklanıyor, tüm bu güzel resimler.

Resim çiziyor, bizim çocuklar…Estetik yönlerini geliştirip, hayal dünyalarını resim dili ile bizlere ifade ediyorlar.

Ne ilginç, bir çocuk bizlere; ”çizdiğim resmi ”dinle” ve anlattıklarımı ”gör” diye anlatıyor. Bizlere ”ders” veriyor; yalnız resim dersi değil, topyekûn gelişim dersleri veriyor.

Temmuz ayında Antakya’daydım. Sevgili prensesim Bilgesu’nun evindeydim. Resimler çizdi bana; ”bak bu uzaydan gelen kız” dedi. Bu, ”uzayda uçan kız”, bu da ”bahçemizde çiçekler arasında dolaşan kız.”… Çizdiği resimler bende; odamda.

Dikkatinizi çekiyor mu bilmem, ama çocuk resimlerinde dikkatimi çeken bir nokta var; erkek çocuk resimleri ve kız çocuk resimleri.

Erkek çocuklar; tehlikeli hayvanlar, uçak, savaş, silahşörler, yarış arabaları, gemi ve çeşit çeşit ”kahramanlar” çiziyorlar.

Kız çocukları; gökyüzü, sevdikleri arkadaşlarını, kelebek, çiçek, uzayda uçurdukları hayallerini, anne ve babalarını, oyuncaklarını ve atlarını çiziyorlar… çiziyorlar…

Ama hem erkek, hem de kız çocuklar, renkli kalemlerinde ve boyalarda sakladıkları hayallerini, duyu ve duygularını ifade ediyorlar. Dünyalarını, dünyadaki hayallerini resimlerle, resim dili ile bizlere iletiyorlar. Hayal dünyaları, yaratıcılık süreciyle bütünleşiyor, tekleşiyor, yaratıcılık oluyor.

Resim, dildir.

Resim, kendini resim dili ile ifade etmek demektir. Yaratıcılık sürecinde çocuklar hem kendilerini, hem de çevrelerini, dünyalarını anlamaya çalışıyorlar. Yaratıcılık süreci, aynı zamanda , çocukların bazı kavramları “yerine oturtma” ve bunları resimleriyle ifade etmeleri açısından da önemli oluyor.

Resim, dildir.

Yazı ve sözlü dilleri bazen yasaklanıyor.

Ama “resim dilini” yasaklamak o kadar da basit değil...

Evet; resim, çocukların vitaminidir. Vitaminsiz bir gelişme olmuyor. Olmaz.

Resim çizmek, vitamindir; çocukların vitaminidir. Çocukların duygularını ve duyu organlarını besleyen bir vitamin. Vitaminsiz bir gelişme yok; olmuyor. Olmaz.

Resim, vitamindir.

Çocuklarımızı “resim vitamini” ile büyütelim; resim gelişimlerinde hangi aşamalardaysa, onlarla o aşamada buluşalım; renkli kalemlerinde ve boyalarında sakladıkları resimlerini bizlere sunmalarına yardımcı olalım.

4 Kasım 2008 Salı

ÇOCUK DİLİ(*)


Faiz CEBİROĞLU

Dünyanın her tarafında çocuklar, aynı şekilde, sesler çıkararak, mırıldanarak, dil öğrenirler. Daha bebek­ken, ses, mırıldanma gelişerek, anlam kazanıyor: dil oluyor.

Dil böyle oluşuyor, ama genelde çocuğun, özelde dilin gelişmesinde, olmazsa-olmaz ilke, hiç kuşkusuz, çocuğun ailesiyle olan yakın ilişkisidir. Anne ve baba, çocuğun topyekûn gelişmesinde olduğu gibi, dilde de, çocuklarına modeldirler.

Genelde, çocuğun gelişimi, özellikle katılımcı toplumlarda, karşılıklıdır. Gelişim, birincil sorumlular ile ikincil sorumlular arasındadır. Birincil sorumlular; anne, baba ve yakın aile çevresidir.

İkincil sorumlular; çocuğun belirli bir büyüme yaşından sonra, başlayacağı kreş, çocuk yuvaları ve daha sonra okul gibi eğitim ve gelişim kurumlarıdır. Ama çocuk bu aşamaya gelinceye kadar, çocuğa, dil konusunda destek olan, hiç kuşkusuz, ailedir; anne ve babadır. Unutmamak gerek; çocuğun dil öğrenmesi, önce evden başlıyor. Bebek, daha çok, insan yüzlerine odaklaşır; kendileri bakar, göz kontağı arar. Bu açıdan, bebekle konuşmak, önemlidir. Bebek, kelimeleri anlamaz, ama konuşulan dili dinliyor, dilin melodisini öğreniyor. Kaydediyor. Bebek, mırıldanarak dilsesini söylemenin alıştırmasını, denemesini yapar.

Çocuklar dil öğrenmek için, doğuştan yetenekleri vardır.

Göz Kontağı:
Çocuklara birçok kelime, harf, hep gözle, görme duyusuyla iletiliyor. Bu yüzden çocuğun, yüzümüzü, mimik hareketlerimizi görmesi çok önemlidir. Zira dil öğrenmede iki önemli kanal, hem işitme, hemde görme duyusudur. Dikkat edilmesi gereken noktalar var:

Bir: Çocukla yüz-yüze konuşurken, çocuğun bizimle göz kontağı sağlaması önemlidir.

İki: Bu, hem çocukla olan karşılıklı ilişkiyi, hem de dili geliştirir.

Üç: Karşıklı konuşma esnasında çocuk, göz kontağı kurmak istemiyorsa, bizler, ne yapıp-edip, çocuğunbakışını yakalamak için uğraş vermeliyiz.

Herşeyin Adı Var:

Çocuk konuşmadan da bizlerle kontak kurar: vücut hareketleriyle, taklitçilik, çığlık, mırıldanma gibi yollarla. Konuşma aşamasına gelmemiş çocuk, almak istediği veya ilgi duyduğu her şeye işaret ederek bizimle komünike eder. Bu yüzden, bizlere düşen görev; çocuğun baktığı, işaret ettiği her şeyin, adını söyleyerek, çocukla konuşmaktır. Çocuk, bu yolla, sözleri, kelimeleri öğrenir, kaydeder.

Çocukların Kelime Hazineleri:

Çocukların dil gelişimi ve kelime hazineleri yaş aşamalarına göre değişir:

0 ile 6 aylık:
Bebek bu yaşta a...o…ü… gibi vokal seslerini mırıldar. Bebek uzun süre mırıldanır, vokal seslerine sessiz – sesler eklenir: ba-ba, da-da… gibi. Bebek sesin geldiği yere doğru başını çevirir.

6 aylık ile 1 yaş:
Çocuk mırıldanmayı heceleme şeklinde sürdürür: ma-ma… Heceleme değişik vugulama tarzında olur: MAM-ma!/ ma-MA!

18 – 21 aylık:
Çocuğun kelime hazinesi: 100’dür.

21 – 24 aylık:
Çocuğun kelime hazinesi 150’dir. Bu yaşta çocuk (20 -22 aylık) artık küçük cümleler kurmaya başlar.

2 yaşında:
Bu yaşta çocuğun kelime hazinesi: 300’dür. Çocuk iki – üç kelimelik cümle kurma aşamasına gelmiştir.
Çocuk, ben, beni, sen gibi tekil şahıs zamirlerini kullanan; dinleyen, soran ve tekrarlayan aşamadadır.

3 – 5 yaş:
3 yaşındaki çocuğun kelime hazinesi: 800 ile 1000 arasındadır. 4 yaşındaki çocuğun kelime hazinesi: 1500, 5 yaşındaki çocuğun kelime hazinesi ise, 1800’dür.

5– 6 yaş:
Artık çocuğun, temel gelişim dili, oturmuştur. Yerini bulmuştur. Adını yazan, renkleri tanıyan, güzel anlatan bir aşamaya gelmiştir. Bu yaştaki çocukların kelime hazineleri: 2000 ile 2200 arasında değişmektedir.

Özetle; dil, deneyimle, ilgi, eğilim, kısacası; mo­ti­vas­yonla öğrenilir, geliştirilir. Çocuk, dili, yaşayarak, keş­federek, araştırarak öğrenir. Öğrenme, dilini geliş­tirme, karşılıklı bir süreçtir. Bu, çocukla olan aktif bir birlikteliği gerektirir. Çocukla birlikteliği sağlayan deği­şik yollar vadır; bu bazen, çocukla oyun oynayarak, bazen de, çocuğa yüksek sesle hikâye okuyarak sağlanır.

Değişik metodlar vardır. Hepsini kullanmak gerekiyor.
Ama burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta; çocuğun hangi yaşta olduğudur.
Han­gi yaşta ve nasıl bir komünikasyon? Bulunduğu yaşın dil seviyesi nasıl?
Bunları göz önünde bulun­durarak, çocuğun ihtiyaç duyduğu, ikinci en yakın dil gelişimi tespit edilir.

Bu doğrultuda ve bilinçle, çocukla komünikasyon ortamı yaratılarak, çocuğun dili, en uygun bir şekilde öğrenmesine destek verilir.

Evet; çocuğun dil öğrenmesi, önce evden başlar.

Bu yüzden; çocuklarımıza her alanda olduğu gibi, dilde de model olalım. Destekleyelim.
-------------------------
(*) Eylemsel Yetke, Alter Yayıncılık, Sayfa 97, Eylül 2007, Ankara.

1 Ekim 2008 Çarşamba

İHTİLÂFIN DİLİ

Faiz CEBİROĞLU

İhtilâfın dili, bir gecikmiş yazıdır. Bu önemli konu üzerinde, daha önceleri yazmak istiyordum, ama araya, başka konular girdi. Gecikti. Şimdi yazıyorum. Sorarak başlıyorum: İhtilâf nedir? İhtilâfın dili, nedir?

”Konflikt”, aynı anlama gelmek üzere “ihtilâf”, ya da “uyuşmazlık” üzerine, birçok tanım bulmak mümkün. Ama ben burada, daha çok günlük yaşamda ve çocuk eğitim dalından hareketle şöyle bir tanım yapmak istiyorum: İhtilâf, başkalarıyla, fikir ayrılığına düşmek demektir. Pedagojide, çocuk yetiştirme alanında, üzerinde önemle durduğumuz konu, hiç kuşkusuz, çocuklar arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, anlaşmazlık, konusudur.

Genellikle sorulardan başlıyoruz: Anlaşmazlığa neden olan sorun/sorunlar ne? Bu sorunların, çocuklarda yarattığı duygular? Sorunlarn çözümü için, neler yapılabilir? İşte böylesi basit ve temel sorulardan kalkarak, ihtilâf noktalarını bulmaya ve çözmeye çalışıyoruz. Burada, kullandığımız sözlü dilimiz, çok önemli bir rol oynuyor. İki seçenek vardır: Biri, ihtilâfın dili; diğeri ise; ihtilâf çözücü dildir.

Peki, bunlar nedir; ne anlama geliyor?

Yanıtlamadan önce bir parantez açmam gerekiyor: Günlük yaşamda ortaya çıkan bir sürü anlaşmazlığı, bazen sözlü dilimizi kullanmadan, vücut dilimizle çözebiliyoruz. Örnek olsun, bazen, bir dostane bakış, bir tebessüm, bir yüz, bir el hareketi, hafifçe omuza dokunma… İhtilâfı, uyuşmazlığı, çözmeye yetiyor ve artıyor.

Ama bazı ihtilâf noktaları var ki, sözlü dilimizi kullanmadan, bunları çözmemiz mümkün olmuyor. Bu durum, ihtilâf sürecinde kullanılan dil türüne bağlı oluyor. İki tür dilden sözetmiştim: Birincisi, ihtilâfı yükselten dil: Karşısındakini ayıplayan, kınayan bir dildir. Bu dilin karekteristik özelliği: “Sen şöylesin…” diye başlayan ve “suçu” başkalarında gören, bir, dildir.

İkincisi: İhtilâfı yatıştıran dil: Gözleme ve somuta dayanır. Kişinin peşinde değil, ihtilâfı yaratan sorunların peşine düşen bir dildir. Bu dilin karekteristik özelliği: “Sen şöylesin…” demek yerine, “benim gözlemim şu...” cümlesiyle başlayan ve ihtilâfa neden olan sorunları tasvir etmeye ve bulmaya çalışan bir dildir.
Bu iki karşıt dili, mukayese edersek, şöylesi noktalara varmak mümkün:

İHTİLÂFI YÜKSELTEN DİL:
1- Sitemli, saldırgan, genelleştirici, uyuşmazlık sorununu başkalarında gören dil.

2- Sen-dili: “Sen şöylesin…” diye başlayan dil.

3- Karşısındakini dinlememek, sözünü kesmek.

4- Umursamayan.

5- Ayıplayan.

6- Soyut.

7- Geçmişe takılan.

İHTİLÂFI YATIŞTIRAN DİL:
1- İhtilâfın nedenlerini araştıran, kişinin değil, problemin peşine düşen ve sorumluluk taşıyan bir dildir.

2- Ben-dili: “Benim gözlemim şu” diye başlayan dil.

3- Karşısındakini sonuna kadar dinlemek.

4- İlgilenen

5- Arzularını ifade eden

6- Somut

7- Şimdi ve geleceğe bakan.

Sonuç, açıktır: İhtilâfı yükselten dil, tek yönlü ve tek yanlı bir dildir. Bu, biri “kazanan”, biri “kaybeden” dilin aracı oluyor. Çözücü, değildir.

İhtilâfı yatıştıran dil ise; ihtilâf çözücü bir dildir. Burada, biri “kaybeden” biri “kazanan” yok; ama her iki taraf için, “kazanan-kazanan” modeli dili vardır.

Çocuklarımıza öğrettiğimiz dil, hiç kuşkusuz, ihtilâf yükseltici dil değil, ihtilâf çözücü dildir. Yani; “kazanan-kazanan” dil modelidir.

Biz eğitimciler, çocuklarımızı bu alanda yetiştirmekle; onlara bu alanda model olmakla sorumluyuz.

Pedagojinin bir önemli ilkesi de bu oluyor.

---------------------------------------------------------------

(*) Yazdıklarım, birçokları için, ters görünebilir, biliyorum. Yanıtım, kısaca, şu: Aslında, bizlere öğretilen tersleri düzeltiyorum!

16 Eylül 2008 Salı

DİLLERİN ÖLÜMÜ



Faiz CEBİROĞLU


Şu an dünyada yaklaşık olarak 7 bin kadar dilin varlığından bahsedilmektedir. Rakamlar kesin değil. Kesin olmamasının nedeni, hâlâ “dil” ile “dialekt” ara­sındaki ayrımın tam netliğe kavuşmamış olmasındandır. Bazı dilbilimcilerine göre, ayrı dialektler ayrı bir dil oluşturmakta, bazılarına göre değil. Tartışmalar sürüyor.


İskandinav ülkelerinden örnek vermek mümkün: İsveç, Norveç ve Danimarka dilleri. Bazı dilbilimcilerine göre, İsveççe, Norveççe ve Danca tek dil, bazılarına göre üç faklı dildir.

Ama böylesi ince tartışmalar paralelinde, dünya dillerinin yarısı kadar kaybolma, ölme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları bir gerçeği vardır. UNESCO’nun yaptığı araştırmaya göre, her 10 dilden 9’unun (yani 5 bin 400) yaşadığımız bu yüzyılda kaybolup gideceği, yani öleceğidir.
1994 yılında çıkan: “Atlas of the World’s Languages” kitabı, dünya dillerine ilişkin, bugüne kadar, en kapsamlı dil-atlasıdır. Kitap-Atlas, Christopher Moseley & R E Asker (ed) tarafından hazırlanmış; 374 sayfalık olup, 113 haritadan oluşmaktadır.

Şu an tehdit altında 497 dil bulunmakta; bu dilleri konuşanların sayısı 50 kişinin altındadır. İlginç olan, Danimarka büyüklüğünde, (5 milyon) olan, Papaua Niugini’de halk 830 dil konuşuyor olmasıdır. Yine bu kitap-atlas’ta diğer ülkelerden ve konuşulan dillerinden geniş bir şekilde bahsedilmektedir.

Açıktır; dilin, dillerin kayboluşu, hem kimliğimizin, hem de dillerimizi asimile etmek isteyen hâkim dillere, bir bakıma, teslim bayrağı çekmek demektir.

Reddetmek gerekir. Reddediyoruz!

Evet; halkın kültürel, ruhsal, entelektüel yaşamları dil aracılığıyla başkalarına iletiliyor. Hikâye, efsane, tören, destan, konuşma tekniği, günlük selamlaşma, karşılıklı konuşma stili, neşe, çocuklarla konuşma tarzı, özel ifade alışkanlıkları, davranış ve duygularımız… Hepsi dil, öğrendiğimiz dille ilişkilidir. Dilin, dillerin ölümü, bu değerlerin ölümü demektir; kültür mirasının ve bilimin ölümü demektir. Dilin ölümü; dün ile ilgili tüm kazanımların kaybolması, ölmesi demektir...

Dilerin hızlı bir şekilde, tükendiği biliniyor; ama bunu önlemek için, nedense, herhangi bir faaliyet yapılmıyor. Yapılmıyor! Son öğrendiğime göre, Kanada, Kızılderili ve Eskimo dillerini korumak için bazı girişimlerde bulunduğudur. Sevinçtir!

Dilleri ölmekten kurtarmak, herkesin görevidir.

Sesimizi ve dillerimizi yükseltelim!

Dil ezilmesine hayır diyelim!

Bu, dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayacak yaşam tarihimizdir; sahip çıkalım!

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Pedagoji, Dil ve Aile Hakkında



Pedagoji, Dil ve Aile Hakkında:

8 Soru, 8 Cevap

Faiz CEBİROĞLU

Pedagoji, çocuk eğitimi, dil ve aile üzerine bana sürekli sorular geliyor. Türkiye’den ve Türkiye dışından bana gelen soruları, konularına göre seçip, topluca yanıtlamak istiyorum:

Soru 1: Sayın Faiz Cebiroğlu, sizleri, yazdıklarınızı , yaklaşık olarak üç yıldır değişik gazete, dergi ve sitelerde okuyor ve takip ediyoruz. Pedagoji / çocuk eğitimine ilişkin çok ilginç görüşleriniz var. Bunları sizlerle konuşmak istiyoruz. Ama önce şunu öğrenmek istiyoruz: Pedagog / pedagoji nedir? Kısaca tanımlar mısınız?

Cevap 1: İlginiz için sizlere çok teşekkür ediyorum. Kavramlardan başlamak, kavramları tanımlamak çok önemlidir. Cevaplara böyle başlamamız yerindedir.

Bildiğiniz gibi hiç bir şey yoktan var olmuyor. Pedagog / pedagoji kavramları da yoktan var olmadı. Bunlar belirli bir tarih sürecinde ortaya çıkan kavramlardır. Tarihsel olarak ”pedagog” sözcüğü, Grekçe’den (Yunanca) ”paidagogos’dan gelmektedir. Bu şu demektir: ”paidos”: çocuk. ”agos’ta: rehber, yol gösteren oluyor. Bu anlamda; eski Yunan’da asillerin çocuklarını, evden okula, okuldan da eve götürüp / getiren köleye / kölelere ”paidagogos” ; okullarda bu ”asil” çocukları yetiştirmekle görevli olan öğretmenlere de ”paidaia” deniyordu.

Bu kökenden hareketle pedagoji kavram olarak 1700 yıllarda hem Alman, hem de Fransız düşünce felsefesine girmiş oldu. Buraya damgasını vururken, kavram, direkt Grekçe’den çevrilip; ”çocuk yetiştirme, yapılandırma / biçimlendirme sanatı” anlamında kullanıldı. Bu bağlamda pedagoji; çocuğu en güzel bir şekilde, bir bütün olarak yetiştirme / yapılandırma öğrenimi oluyor. Pedagog / pedagojinin anlamı kısaca budur. Yani, çocuk yetiştirme sanatıdır.

Soru 2: ”Çocuk yetiştirme / çocuk yetiştirme sanatı”, diyorsunuz. Oysa ki, Türkiye’de genellikle ”çocuk terbiyesinden” bahsedilir. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Cevap 2: Teşekkür ediyorum. Yerinde bir müdahale ve yerinde bir sorudur. ”Çocuk yetiştirme” ile ”çocuğu terbiye etme” ayrı ayrı şeylerdir. Çocuğu yetiştirmek demek;

Çocuğun karşılıklı olarak yetişmesi, yetişim ve gelişimde hem çocuğun, hem de çocuğu yetiştiren ”sorumlu yetişkinlerin” sözü olması demektir. Böylesi bir birliktelik ile çocuğun, özgür, bağımsız, yaratıcı bir şekilde yetişmesi oluyor. Bu, ceza, disiplin, kontrol yerine, çocuğun aktif gelişim ve açıklamalı öğrenime dayanır.

Çocuğu terbiye etme, ise farklıdır. Burada çocuk ”küçük bir yetişkin” olarak kabûl edilir. Çocuk devresi diye bir şey yoktur. Burada çocuk, ailenin sözü dışına çıkmayan ve her dediklerine ”evet” demek zorunda kalan bir yaratıktır. Çıkarsa, ”iyi terbiye edilmemiş” demek oluyor. Bu da ”ceza” demek. Çocuğun hem psikolojik, hem de fiziki olarak cezalandırılması demektir. Bu, bir.

İkincisi, ”terbiye” sözcüğü, artık günümüzde kullanılmaması gerekiyor. Hâlâ bu sözcüğün Türkiye’de kullanılması büyük bir ayıptır. Evet, haklısınız; halk arasında, günlük yaşamda sık sık duyarız: Çocuğun iyi terbiye edilmemiş, diye. Türkçesi şu oluyor: Terbiye(!) için yeterince ”ceza” ve ”dayak” yememiş oluyor.

Tekrarlıyorum; yaşadığımız bu çağda, hâlâ ”terbiye etme” den bahsetmek, hem ayıp, hem de utanç verici bir durumdur. Artık buna son vermek gerekiyor.

Soru 3: Sayın Cebiroğlu, yazdığın ve savunduğun ”çocuk yetiştirme sanatını” kimler, hangi kadrolar uygulayacak. Şuan Türkiye’de böylesi kadrolar yok. Ayrıca ”devlet” bu konuda ön adım atmazsa, bunları nasıl hayata geçireceğiz?

Cevap 3: İşte sorunda budur. Türkiye’nin en büyük handikabı, eğitimin hâlâ devletin elinde olmasıdır. Önce bunu düzeltmek gerekiyor. Yani ilk yapılması gereken, eğitimin yerel yönetimlere, belediyelere terk edilmesidir. Bakın, Türkiye dışında, eğitimin devletin elinde olduğunu göremezsiniz. Dünyanın her tarafında, eğitim devletin değil, yerel yönetimlerin belediyelerin elindedir. Bu açıdan, Türkiye, bu alanda köklü bir değişikliğe girmesi kaçınılmaz oluyor. Buna ”paradigma değişimi” demek tam yerindedir.

Böylesi bir kopuşta, Türkiye’de etnik kökene sahip olan herkes kendi anadilinde duygularını ifade etmeli; eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kimliğini yükseltmelidir, diyorum.

Bir düşünün; Kürtçe hâlâ yasak!Bu utanç verici bir durumdur. Yaşadığımız bu çağda, anadili yasaklamak, zulümlerin en büyüyüdür. Bunlara derhal son verilmelidir!..

”vatandaş türkçe konuş!”

resim: serpil odabaşı

Soru 4: Ülkemizde resmi dil olarak, Türk dili olması nedeniyle okullarda her gün çocuklara, ”Türk andı” söyletiliyor. Kürt, Arap, Laz, Arnavut, Boşnak, Ermeni… çocuklar haklarını bilmiyorlar. Öğretilmiyor. Buradan, çocuklar arasında ”ırkçılık” yapıldığı anlamı çıkar mı?..

Cevap 4: Evet, ne yazık ki, ırkçılık yapılmaktadır.Bakınız, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, ”çok dillik” ve ”anadilde eğitim” hakkını savunduğu için, görevinden alınmıştır. Yani, şuan Türkiye’de çok dilli eğitimi hayata geçirmek bir yana, savunmak dahi suç oluyor. Bu, bir.

İkincisi, diller mozaiği Anadolu’da , resmi Türkçe dışında tüm diller; Kürtçe, Arapça, Lazca, Zazaca, Arnavutça, Ermenice, Boşnakça, Çerkezce….ezilmek, ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bunu şiddetle reddetmek gerekiyor. Dilleri, anadilleri yasaklamak, anadilde eğitim hakkını engellemek, bir insanlık ayıbıdır. Suçtur! Asıl suçlu olan bu ilkel politikada ısrar edenlerdir.

Ama ne yazık ki, yıllardır, “resmi dil – resmi ideoloji” adı altında, Anadolu’da hem ırkçılık yapılmakta, hem de Türkçe dışında diğer diller inkâr edilmek istenmektedir. Müsaade edin bir parantez açayım: Diyarbakır Kayapınar Belediyesinin 5 parka vermek istediği Kürtçe isimler dahi kabûl görmüyor. Reddediliyor. Berfin ( Kardelen) yasak. Nefel (Yonca) yasak. Daraşin (Yeşil Ağaç) yasak. Beybun (Papatya) yasak.. Yasak ve yasaklar devam ediyor. Bu zulüm yetmezmiş gibi, yıllardır, Kürtçe diye bir dilin olmadığını ispat etmek için, sözüm ona ”dilbilimcileri(!)” dahi görevlendirilmiştir.

Ve bu ırkçılık, ve bu ayrım, devam ediyor…

Anadilleri Türkçe olmayanlar bu durumu çok iyi biliyor. Yaşıyor. Tekrarlıyorum: Hâlâ Kürtlere ”dağ Türkü”, Araplara da ”Arap fellahı” dendiği bir ülkede yaşıyoruz.

Kendimden bir örnek vereyim: Anadilim Arapçadır. Doğal olarak, Türkçeyi, Arapça aksanıyla konuşuyorum. Bir düşünün,-ben- Arapça aksanımdan dolayı, defalarca kez, ”Arap fellahı” diye sözlü tacizle karşı karşıya kalan birisiyim…Unutmamak gerekiyor, böylesi bir bakışı ve ortamı yaratan, hiç kuşkusuz, ”tek dil, resmi dil: Türkçe” politikasıdır.

Soru 5: Sayın Cebiroğlu, bizler de öğrenmek istiyoruz. Birden fazla dilin resmi olduğu ya da öğretildiği ülkeler var mı? Örnek gösterebilir misiniz?

Cevap 5: Türkiye’de yanlış anlaşılan bir durum var. Önce bunu düzeltmek gerekiyor: Çok dillik, devletin parçalanması demek olmuyor. Aksine devleti ve halklar arasındaki kardeşliği pekiştirir. Bugün Avrupa’da ”tek devlet yönetimi” altında ama ayrı ayrı diller konuşan birçok ülke vardır. Bakın, yıllardır Avrupa’da, diller arasında yaşıyorum. Yıllardır Avrupa’da çocukların dillerle, kelimelerle dünyayı nasıl fethettiklerini yakından biliyorum. Şöyle ifade edeyim: Avrupa’da çocuklar daha küçük yaştan, belediyelere bağlı okullarda ”kendi dillerinde” eğitim almaktadırlar. Ôrnek mi istiyorsunuz? Çoktur:

Örneğin Belçika; bu ülkenin, Nederland (Flamanca) Fransızca ve Almanca olmak üzere üç resmi dili var ve çocuklar her üç resmi dilde eğitim almaktadırlar.

Keza, İsviçre. Yine bu ülkenin , Almanca, Fransızca ve İtalyanca olmak üzere üç resmi dili vardır. Her eyalet, belediyelere bağlı okullarda, çocuklara kendi dillerinde eğitim verilmektedir.

Ayrıca Finlandiya, Büyük Britanya, Danimarka ve birçok Avrupa ülkesinde, bu böyledir. Saydığım bu ülkelerde diller ”tek devlet yönetimi” altında verildiğini unutmamak gerekiyor. Bu örnekler Türkiye için de geçerlidir.

Kadrolar meselesi; bu alanda uzman olan çoktur. Önce kendimi örnek göstermek istiyorum. Avrupa’da pedagog / eğitimci olarak çalışmaktayım. Bu alanda büyük bir deneyime sahibim. İlerde Türkiye’de yapılacak köklü eğitim reformunda ben de yer almak istiyor ve katkıda bulunmak isterim. Yeter ki bu alanda adım atılsın. Yeter ki, girişimlerde bulunsun. Benim gibi düşünen onlarca eğitimci arkadaş vardır. Yani kadro vardır…

Artık, Anadolu halklarını ayıran ve halklar arasında düşmanlık tohumu eken bu ”resmi dil – resmi ideolojiden” biran önce kurtulmamız gerekiyor.

Soru 6: Siz çocuk dilinin sanatını “kanaviçe” gibi işleyen bilim adamı olarak, etnik kökenleri farklı olan çocuklar, evlerindeki ”anadil” ile okul ve yaşadıkları yerlerdeki ”tek-dil” arasında sıkışıyorlar. Bu konuda görüşünüzü açar mısınız?



Cevap 6: Dil, anadili, birden fazla dillik üzerine çok yazdım. ”Eylemsel Yetke” kitabımın 2. bölümü hep bu konular üzerinedir. Tekrar pahasına da olsa, hızlı bir şekilde şunları söyleyebilirim:


Bir insan, yaşadığı ülkede, iki dilli ya da çok fazla dilli olur. Öğrenir. Bir ülkede birden fazla resmi dil de olur. Yukarda başka ülkelerden örnekler de verdim. Önemli olan, böylesi bir ortamın ve imkanın yaratılmasıdır. Unutmamak gerekiyor, herkes kendi anadili yanında, ikinci, üçüncü… dili de öğrenir. Çocukların böylesi yetenekleri vardır. Hatta, birden fazla dil öğrenen çocukların, tek dil bilen çocuklardan daha yetenekli olduğu ispatlanmıştır. Bu, bir.

İkincisi, yaptığım tüm araştırmalarda, şunu gördüm: Kendi anadilini tam olarak öğrenmeyen çocuklar, yaşadıkları toplumun ”resmi dilini”de tam olarak öğrenemiyorlar. Basit bir örnek vereyim:

Danimarka’da farklı etnik kökene sahip çocuklar arasında ( Türk, Arap, Kürt, Somali, Tamil gibi…) da çalışıyorum. Çocuklar üzerine yaptığım testte, Danimarka’da, Danca’yı ( Danimarkaca) en iyi bilen, en iyi konuşan,”anadillerini en iyi bir şekilde öğrenen” çocuklar arasından çıkmıştır. Bu sonuç, çok önemlidir. Tek dil ya da hiç bir dili tam öğrenmeyip, ”iki dil arasında sıkışıp kalmaya” en güzel bir örnek ve cevap oluyor.

Ne paradoks; Türkiye’de tek resmi dil, Türkçede ısrarlar devam ederken; ben Danimarka’da Anadillerin kaybolmaması için mücadele ediyor: Türk, Kürt, Arap, ve diğer etnik kökene sahip olan çocuk velilerine, çocuklarınıza ”anadillerini” öğretin, diyorum!..

Soru 7: Sayın Cebiroğlu, ”Aile devrimi yapılmalıdır” kavramını ilk kez sizlerden duyduk. Bu konuyu açar mısınız?

Cevap 7: Aslında bu kavramın anlamını, tam açmış değilim. Bu kavram, Anadolu’da yaptığım gezilerde, ailesel toplantılarda ortaya çıktı. Ben insanlar arasında çalışıyorum. Bu anlamda kendimi ”sosyal işçi” olarak nitelendirebilirim. Sosyal bir işçi olarak, yaptığım gezilerde ortaya çıkan izlenimler beni, Türkiye’de ”aile devrimi yapılmalıdır” sonucunu çıkarttı. Bu ne derece doğru, tartışılır ve tartışılmasını istiyorum. Bu, birinci noktadır.

İkincisi şu:

Kavramları, fikirleri yaratan, somut koşullardır. Bu anlamda, sürekli gelişen ve değişen dünyamızla adım adım ilerlemek için, sürekli bu değişikliğe cevap veren / verecek olan yeni fikirler ve kavramlar yaratmak gerekiyor. ”Aile devrimi” kavramı, bu ihtiyaçtan da doğdu. Bana göre, Türkiye için, ileriyi gösteren ve buna işaret eden bir kavramdır. Yani ilerde büyüyecek ve aile sahibi olacak çocuklarımızın, alacakları demokratik / katılımcı bir yetişim tarzı ile gelecekte yapacakları ”radikal değişmeyi” devrimi ifade eder, bu kavram.

Bu bakışla, aile devrimi: ailenin toplumda ve değişik iş yerlerinde, var olan ”otoriter yapılanmadan” kurtulması demek, oluyor.

Bu bağlamda, bu aile devrimi yolunda, çocukları, ”dışsal” değil, ama ”içsel” bir iradeyle, ”öz-duygu” ve ”öz-güvenle” yetiştirmek, tek tek ailelerin görevi oluyor.

Bu yetişim sürecinde çocuklar, öz-güven kazanarak ve kazandıkları bu öz-güvenle, düşünmeye, hissetmeye, istemeye ve seçimlerini ”kendi öz-duyguları” ile, eğitim ve öğrenim yaşamlarında, toplumsal yaşamda, aile yaşamı ve değişik meslek alanlarında yapmaya yönelmeleri demek oluyor. Bu, çocukların nitel ağırlıklarını göstermesi demektir.

Belki akla şöyle bir soru da gelir:

Aile burada, bu devrimci yetişim sürecinde, çocukların böylesi bir ”öz-güven” ve ”öz-duygu” kazanmaları için, nasıl ”kurtuluşçu” bir rol, bir etkide bulunurlar?

Bu, yukarda da kısmen bahsettiğim, demokratik / katılımcı yetişim tarzıyla sağlanır. Yaratılır. Bu yetişim tarzı, çocuğun, ”içsel bir iradeyle” meraklı ve yaratıcı bir şekilde yetiştirilmesi oluyor. Unutmamak gerekiyor, zaten çocuk, doğuştan aktif, meraklı ve yaratıcıdır. Ama doğal olarak, şimdilik, yaşam deneyimden yoksundur. Bu yüzden, yardım, destek ve ihtimama ihtiyacı vardır. Bu şu demektir:

Çocuk hangi yaşta ve aşamada, neye ihtiyacı var?

Çocuğun yakın gelişme bölgesi nedir?

İşte bunları göz önünde bulundurarak, çocuğu sahip olduğu evre / evrelere göre yetiştirmek, destelemek ve geliştirmek oluyor.

”Eylemsel Yetke” kitabımda da yazdım: Her gelişim karşılıklı ve birlikte olur. Çocuk, önce ”inter-aksiyon” ruhuyla gelişir. Daha sonra, ”intra-aksiyon” bir hal alır. Öz kimlik elde eder. Kendine güveni, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenir. Böylesi bir etkiyle, karşılıklı etkiyle, (inter-aksiyon ve intra-aksiyon) çocuk , ailede, aile dışında, toplumda ve değişik meslek alanlarında nitel ağırlığını gösterir… Aile evrimi ve devrimi budur. Bunu düşündüm ve düşünüyorum.

8: Sayın Cebiroğlu, söylediklerinizin Türkiye’de gerçekleşeceğine inanıyor musunuz?

Cevap 8: Elbette inanıyorum. İnanmazsam bu konular üzerine niye kafa yorayım? Yalnız dilde değil, dille birlikte, çocuğun bireysel, sosyal, entellektüel, devinimsel, estetik ve tüm alanlarda
yani çocuğun ”topyekûn” gelişimine yanıt verecek bir pedagojinin Türkiye’de olacağına inanıyorum. Bunun için mücadele ediyorum. İnanıyorum. İnanmaya da mecburum!

Şuan ki karmaşıklık Türkiye’sinde endişenizi anlıyorum. Burjuvazi arasındaki çelişkiler ve iktidar kavgası var. Haklısınız. Belki pedagoji alanında ”hemen, şimdi” bir radikal değişiklik olmaz. Ama ilerde mutlaka olur. Olacaktır. Ben yazarken, ileriye bakıp yazıyorum. Bu radikal değişimi, geleceğin büyükleri olacak, çocuklarımız yapacaktır. Dikkat ederseniz, tüm yazdıklarım çocuklar içindir. Çocuklara yazıyorum. Belki de daha doğmamış çocuklara yazıyorum.Onun için; çocuklara inanıyorum; bu yüzden umutluyum! Çocuklara inanıyorum; bu yüzden de mutluyum, diyorum.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

ÇOCUKLARA ÖLÜMÜ ANLATMAK




Faiz CEBİROĞLU

Ölüm, gördüğünü bir daha görmemek oluyor. Çocuklara bunu anlatmak zordur. Çocuklara ölümü ve bunun yarattığı hüzün duygusunu işlemek, zordur. Türkiye’de bu, çok daha zordur.

Çocuk olarak, birisini kaybetmek, anne ya da babasını yitirmek, çocuklarda bir süreliliğine olsa da, dünyaya olan güvenlerini kaybetmeyi doğuruyor. Geçici de olsa, çocuklarda, dünyanın ”güvenilir” bir yer olmadığı durumu oluşuyor. Bu anlaşılır bir şeydir. Böylesi durumlarda çocuklara belirli bir profesyonel yardım ve ihtimam gerektirdiği açıktır.


Kayıplarda, çocuklara uzun süreli olarak, onlara yardımcı olmak, onları bu ”hüzün” ve ”kayıp” ortamında yalnız bırakmamak zorunludur. Bu zorunlu ihtimamı vermek, onlara böylesi bir ortamı ”hazırlamak” ve ”düzenlemek” uzun bir süreç olduğunu unutmamak gerekir. Bu süreçte önemli olan, çocuğun duygularına saygı gösterilmesidir. Bir nokta var ki, önemlidir: Çocukları, belki yas ağrısından tamamen kurtaramayız, ama onlara kaybettiklerinin özlemiyle birlikte yaşamalarını öğretebiliriz.

Bir başka nokta da var ve şu: Çocuklarda yas süreci, yetişkinlerden farklıdır. Çocukların sahip oldukları doğal yeteneklerinden kaynaklanan bir durum ki, ” keder” ”hüzün”… belirli aralıklarla çocukların içine girer, çıkar… Bu yüzden olsa gerek, biz yetişkinler, çocukları ve onların tepkilerini anlamada, bazen zorluk çekiyoruz. Bu, bir. İkincisi, birçok çocuk, yas durumlarında duygularını saklayabiliyor. Bu açıdan, böylesi durumlarda: ” Ne güzel, çocuk yas durumunu atlattı!” diye, bir yanılgıya düşmeyelim.

Yas tutmanın değişik yolları vardır. Burada şu doğru, ya da bu yanlış diye bir biçim yoktur. Biz insanlar, faklı farklıyız ve bu yüzden bu farklılığımızın ifade tarzına saygı göstermeliyiz. Yıllar önce okuduğum bir kitapta, çok ilginç bir örnek vardı: Vietnam’lı bir anne ve çocuğu iki ayrı kayıkla mülteci olarak, Çin’e doğru kaçıyorlar. Ama çocuğun içinde bulunduğu kayık dalgalara teslim oluyor, alabora oluyor… Çin’e varmayı başaran anne, bu durumdan habersiz, çocuğunu sabırsızlıkla bekliyor. Ama acı haber, bir gazetecinin, kadının yanına gelip, ” Ne yazık ki, içinde çocuğunuz da bulunduğu kayık alabora oldu. Çocuğunuz boğuldu, başınız sağ olsun!” demekle ulaştı. Kadın, ”gazeteciye gülümseyerek, çok teşekkür ederim” dedi. Gazeteci de büyük bir şaşkınlıkla, ”ölüm haberi verdim, kadın gülümseyerek teşekkür etti. Bu nasıl olur diye.” kadına sordu. Kadın, ” Biz, ailesel olarak, duygularımızı yabancılara göstermemeyi öğrendik!..” diye yanıt veriyordu.

İnsanlar arasında, keder, hüzünü ’göstermenin’ ya da ’göstermemenin’ farklılık içerdiği açıktır. Bazı çocuklar ağlar, bazıları ağlamaz. Bazıları da yalnız, tek başlarında kaldıkları zamanda ağlarlar. Bu durum, biz yetişkinler için de geçerlidir. Ayrıca, duyguların ifade edilmesinde, ”erkek – kadın” , ”kız” ya da ”erkek” çocuğu arasında da farklılık içerdiğini unutmamak gerekiyor.

Ama şu bir gerçek ki, birçok çocuk, ”keder” ve ”hüzün” anlarında kendilerini ”yalnız” hissetmektedirler. Kederini ya da hüzününü dışarıya vurmanın, göstermenin belki de yanlış olduğunu sandıkları için, duygularını saklamayı tercih ediyorlar. Bazen bunu, ”ailelerini korumak için” yaptıklarını düşünüyorlar… Burada çocuğun şöylesi bir önbilgiye ihtiyacı olduğu açıktır: Üzüntülü olmak, yanlış değildir. İster açık, ister gizli, isterse odasında tek başına üzüntülü olmak, yanlış değildir. Önemli olan duyguların ifade edilmesidir. Önemli olan çocuğun duygularına yer verilmesidir.


Çocuklarda görülen ve hüzünün yarattığı tepkiler kısaca şunlardır:


- korku

- ölen kişinin geride bıraktığı kuvvetli iz, anı

- uyku rahatsızlığı

- şiddetli özlem, hasret ve keder

- suçluluk duygusu

- öfke

- okulda ve derslerinde konsentre olamama

- sosyal birlikteliklerden uzaklaşma gibi.


Peki çocuklar ölümü nasıl anlar?


Çocukların ölümü anlamaları, bulundukları yaşa göre değişiklik gösteriyor. Bunu şöyle sıralamak mümkün:


2 – 4 yaş: Bu yaşta olan çocuklar, “ölümün bir sonsuz olduğunu” ve ”ölenlerin neden geri gelmeyeceklerini” anlayamazlar. Kendilerini yalnız bırakıldıklarını zannettikleri için, sık sık şu soruları sorarlar:


”Annem ya da babam nerede?”


” Annem / babam ne yapıyorlar?”


” Artık eve gelme zamanları yaklaşmadı mı?”


5 – 9 yaş: Çocuklar bu yaşta ölümü, artık yavaş yavaş anlamaya ve ölenlerin tekrar geri gelmeyeceklerine inanmaya başlarlar. Yoğun bir şekilde ölümün ”nasıl olduğunu” düşünmeye başlarlar. Çocuklar bu yaş kademesinde, hâlâ ”hayal” ile ”gerçeği” birbirine karıştırabilirler.


10 – 11 yaş: Bu yaşta çocukların ölüme bakışı, artık yetişkinlerin bakışına benzer. Ölümün ”kaçınılmaz” olduğunu anlarlar. Çocuklar bu yaşta, ölümden sonra ne olacağına dair tahmin ve fikirlerde bulunurlar. Kendilerini, ”ya ben ölürsem?” korkusu sarar ve bu zaman zaman çocuklarda uyku rahatsızlığı yaratır.


12 – 13 yaş: Çocuklar bu yaşta korkularını kontrol edecek düzeydeler. Genellikle bu yaşta olan çocuklar, ”ölümden korkmadıklarını” söylerler. Ama bu da, aile içinde, ”ölüm üzerine” ne kadar konuşulduğuna bağlı bir durumdur. Eğer ölüm, ya da ölen birisi, evde hâlâ bir tabu olarak kabûl ediliyorsa, genellikle çocuklar, ölüm üzerine fikirlerini kendilerine saklarlar.


14 – 18 yaş: Çocukların, daha çok bağımsız oldukları ve kendilerini ev atmosferinden kurtarıp, daha çok ”özgür” hissettikleri yaş gurubu. Bu yaş evresinde ölümü ve bunun yarattığı hüzünü işlemekte ve kendilerini buna göre hazırlamakta çoğu zaman zorluk çekerler. Ailede yaşanan kayıplar, onların diğer yaşıtlarıyla birlikte olma, birlikte oynama ve eğlenmeğe engel teşkil ettiğini hissederler. Bazen içinde bulundukları hüznü inkâr edercesine, yüksek sesle müzik dinleyerek, tepkilerini gösterirler. Ölenle – çocuk arasında, daha önceleri tartışmalar ve ihtilaflar yaşanmışsa, çocuk suçluluk duygusuna girer, ailedeki kayıpların, ölümün, sanki kendi suçları olduğunu sanırlar. Hatta bazıları ölenle birleşmek için, intiharı dahi düşünürler.


Açık ki, çocukları bu yaş evresinde desteklemek, onlara profesyonelce yardımda bulunmak, zorunludur. Çocuğa, ölüm sebebinin kendileri olmadığını, kati sürette anlatmak gerekiyor.


Bu temel bilgilerden sonra, ölüm vakalarında dikkat etmemiz gereken noktalar da var ve bunlar da önemlidir:


* Çocuğun ölüyü görmesine izin verilmesi

* Cenaze törenine çocukla birlikte katılmak

* Mezarlığa çocukla birlikte gitmek

* Ölümden çocuğun sorumlu olmadığını; ölen kişinin, çocuğu çok sevdiğini anlatmak

* Çocuğun hem ”pozitif”, hem de ”negatif” duygularını ifade etmelerine izin vermek

* Çocuğa, ölenle ilgili olan resim, anı ve hatıraların muhafaza edilmesine yardımcı olmak…

Çocuklara ölümü anlatmak zordur. Çocuklara gördüklerini bir daha göremeyeceklerini söylemek, zordur. Ama çocuklara, kaybettiklerinin özlemiyle birlikte yaşamalarını öğretmek biz yetişkinlere düşüyor ve böylesi ortamlarda, çocuklara yapılması / verilmesi gereken ihtimam da budur.

20 Temmuz 2008 Pazar

KENT KİTAPLIĞI : Eylemsel Yetke









Mehmet KARASU

Faiz Cebiroğlu 1959 Antakya doğumlu. Liseyi Antakya’da bitirdi. Merkez Lisesi’nde onun edebiyat dersine girmiştim. Lise yıllarında şiire ve halk müziğine eğilim göstermiş. Halk müziği ağır basınca, bağlama çalmayı öğrenerek, türküleri kendine özgü bir tarzda yorumlamaya başlamış. İlk albümü ”Şafağın Gülleri” adını taşır. Bu, aynı zamanda sevgili kardeşi Bedran’ın şiir kitabının da adı. İkinci albümü ise ”Yağmur Çiseliyor”.

1986 ’da Danimarka’ya giden Cebiroğlu orada müzik çalışmaları yanında pedagojiye ilgi göstermiş. Pedagog olarak yaşamını Danimarka’da sürdürüyor.

Cebiroğlu, Arapça, Danca (Danimarkaca) ve İngilizce bilmektedir. Değişik site ve dergilerde yazma çalışmalarını sürdüren Cebiroğlu, Ankara’da basılmakta olan “Sanat, Edebiyat ve Eğitimde YOĞUNLUK” dergisinin hem yazarı, hem de Danimarka sorumlusudur

Eylemsel Yetke, 2006 – 2007 yılları arasında, değişik gazete, dergi ve sitelerde yayınlanmış makalelerden oluşan bir yapıt. Yapıt, iki ana başlık altında ve iki bölümden oluşmakta: Bütünlüklü Gelişim ile Dil ve Komünikasyon.


Cebiroğlu kendi ifadesiyle, “oldukça açık ve net olmaya” çalışmış. “Kıvırtma ve “karmaşık” fikirlerle “edebiyat yapmanın bir yarar sağlamayacağını” düşünüyor:

“Açık ve net olmak, yaşamın her alanında daha temiz, daha iyi olmak demektir.”

“ Açık ve net olmak, daha temiz ve daha iyi yürümenin ilk işaretleri oluyor.”

“ Açık ve net olmak, ideal geleceği kurmanın ilk işaretleri oluyor.”

Giriş yazısının sonunda çok güzel mesajlar veriyor, Faiz:

“ Görevimiz, bütün yönleriyle gelişmiş çocuklar yetiştirmektir.

Görevimiz, “kompetan” çocuklar yetiştirmektir.

Ben çocuklara inanıyorum. Bu yüzden de mutluyum!”

Eylemsel Yetke, her eğitimcinin kitaplığında bulunması gereken bir yapıt.

Bu güzel çalışmasından dolayı sevgili öğrencim, Faiz’i, yürekten kutluyorum.”

---------------------------------------------------

Mehmet KARASU, Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Temsilcisi.


Kaynak: HATAY – Günlük Siyasi Gazete.


9 Kasım 2007. Sayfa 6

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Dilsel Gelişim (*)



Faiz CEBİROĞLU

Dil, toplumsal bir fenomen olarak, sürekli değişir ve gelişir. Dilin gelişimi, toplumla birlikte, insanlar arasında yapılan sosyal ilişkilerle ve değişik komünikasyon araçlarıyla kendini gösteriyor. Bu nedenle, dil ve dilsel gelişim, çocuğun ”topyekûn gelişiminde” temel ve belirleyici bir rol oynuyor.


Dil, çocuğun sosyal, bireysel, entellektüel, duygusal gibi… tüm alanlardaki gelişimine aracılık eder. Komünikasyonun, ya da insanlar arasında kurulan sosyal ilişkilerin aracını, dil sağlıyor.


Dil sağlıyor, ama; dili dil yapan, dili bağımsız ve anlamsal kılan, dilin kendi içinde taşıdığı sistemidir. Birincisi; dilin kalıbı (form). İkincisi; dilin içeriği ve üçüncüsü; dilin fonksiyonudur. Dilin bu üçlü sistemi, görüşme, karşılıklı konuşma ve iletişim gibi tüm alanlarda kendini göstermekte ve işlemektedir. Dil uzmanları ile birlikte yaptığım çalışmalarda, çocukların, kelimeleri, nasıl kullandıkları; çocukların kelimelerle nasıl ”oynadıklarını” büyük bir heyecanla gözlemlemiştim. Çalışmalarımızda çıkardığımız bazı sonuçlar vardı:


Bir: Fonksiyon, yani pratiksel olarak dilin kullanımı; dili öğrenmenin ve geliştirmenin ilk adımı, bu oluyor.


İki: İçerik. Fonksiyon, dilin içeriğinden yoksun değildir. Bunlar, iç-içedir. İçerik, semantiktir, yani kelimelerin anlamı oluyor.


Üç: Temiz ve doğru bir dil, aynı zamanda, dili anlama ve dili ifade edebilme, yani dili, pratikte kullanmadır. Bu, şunu içeriyor: Dili anlama; harfler arasında ses farklarını ayırt edebilme yeteneği; kelimelerin anlamını bilme ve cümleleri anlama / kavrama durumudur.


Dili ifade edebilme (pratikte kullanma); kullanılan kelimelerin seslerini doğru söyleme (örneğin, MayıS yerine MayıZ deme gibi…); kelimeleri ve cümleleri kullanabilme durumu.


Daha küçük yaştan, doğuştan, çocuklara verilen ve öğretilen ”iyi” bir dil, onların bütünlüklü ve kompetan yetişmelerinde temel ve belirleyici bir rol oynuyor. Burada bir parentez açıyorum: Amatörce Edebiyat'ta daha önceleri, ”Çocuk Dili” başlığıyla yer alan bir yazım vardı. O yazıyla bu yazımın birlikte okunmasının, daha iyi olacağını düşünüyorum. Zira, Dilsel Gelişim başlıklı bu yazım, bir önceki yazımın da devamı niteliğindedir.


Buna ekleyeceklerim var: Dilsel gelişime, aynı zamanda, komünikasyon perspektifiyle de bakmak ve yaklaşmak gerekiyor.


Dilin gelişimine katkıda bulunmak, herkesin görevidir. Bu yalnızca eğitimcilerin işi değildir. Dil üzerine yazdığım, daha önceki yazılarımda da belirtmiştim; tekrarlıyorum: Dilin gelişimi, evden başlıyor.


Dilin gelişimine katkıda bulunalım; dilimizi zenginleştirerek, yaşatalım.


Unutulmaması gerekiyor; insanın kendini tanıması ve bilmesi dil aracılığıyla oluyor. Zira dil. insanın kimliğidir.


---------------------------------------------

(*) Tekrar Dil Üzerine başlıklı bir önceki yazımda, dil üzerine yazmaya ara vereceğimi bildirmiştim. Sözümde duramıyorum. Duramıyorum, zira dil uzmanlarımız, ”emekliye” ayrılınca, benim tekrar dil üzerine yazmaktan başka çarem kalmıyor! Bu, bir.

İkincisi, benim her yazdığım doğru diye bir kaide yoktur. Ama yazdıklarım arasında doğrular varsa ve çıkarsa, bu benim için yeterlidir.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

TEKRAR DİL ÜZERİNE



Faiz CEBİROĞLU

Dil üzerine bir çok makale yazdım. Yazılarımı okuyanlar, çok iyi biliyor; sürekli, dilin pedegojik, sosyal ve psikolojik etkisi ve önemi üzerinde duruyorum. Pratikten elde ettiğim deneyimlerimi de katarak, insanın hakkı olan dilin, nasıl gelişeceğine dair görüşlerimi belirtiyorum. Bu yazım da, daha önceki, dil üzerine yazdıklarımın, bir devamı niteliğindedir.

Nedense, tanımlardan başlamak, âdet olmuştur. Şimdilik, ben de bu âdete uyuyor ve yazıma, dil nedir? sorusuyla başlıyorum.

Dil, kısaca, insanlar arasında ilişkiyi sağlayan toplumsal bir araçtır. Dil, belirli bir önem, anlam ve manayı ifade eden bir sistemdir.

Bu bağlamda dil, sosyal ve kültürel özelliklerimizi ileten aracın adı oluyor.

Duygu, düşünce ve başkalarıyla ilgili fikir / fikir alış verişi, hepsi dil aracı ile sağlanıyor.

Bu böyle; ama dili, yalnızca bir yazı veya konuşma dili olarak, algılamamak gerek. Yazı dili ve konuşma dili yanında, işaret dili, vûcut dili, mesleki dili gibi, diller de vardır. Bellidir; tüm bu dil çeşitlerini yer ve zamana göre, günlük yaşamda da kullanmaktayız.

Aşikârdır; biz insanlar, kendi kimliğimizi ifade etmek, ”kim ve ne olduğumuzu” başkalarına iletmek için, tüm bu dil çeşitlerinden yararlanıyoruz.

Bu temel belirlemeler temelinde dil, bir; insanın ”kim” olduğunu anlamanın temelini oluşturuyor.
İki: Dil, insanın kimliğini, kültürünü ve tarihsel olarak yarattığı ” temel değerleri” kuşaktan kuşağa aktarmanın canlı bir aracını temsil ediyor ve günümüze taşıyor.

Üç: Dil, yukarda yazdıklarımın toplamdır. Yani şudur: İnsanın kendisini, dünyasını anlamanın ve kendini ”yapılandırmanın” bir canlı aracıdır.

Dilin genel olarak, birinci özelliği budur. Ama yeterli değildir; dille ilgili başka ve önemli noktalar da var: pratiksel olarak, yani pratikte kullandığımız dilin iletişim tarzları da var. Bunları şöyle sıralamak mümkün:

1) Enformasyon içerikli dil: bilgilendirme, anlatım, açıklama, malûmat, iddia, ilan, işaret, tasdik etme, reddetme gibi...

2) Regületif dili ( yani söyleme yetisi, konuşma tarzı) : rica etmek, dilemek, ikram etmek, teklif etmek, sunmak...gibi.

3) Ekspresiv dili (dokunaklı, manalı ve anlam ifade eden dil) : Bu şu demektir: duyguların, düşüncelerin ve insan “tutkularının” ifade edildiği dil. Örnekse şu: sevmek, kıskanmak, nefret etmek, teessüf, isyan etmek, kınama v.b...

”işte yumruğu yedin!”


Dil üzerinde araştırma ve inceleme yaparken böylesi noktalar üzerinde de durmanın, çok büyük bir önemi olduğu açıktır. Böylesi noktalar, dilde, psikolojinin temel bölümüne giriyor. Dil, sosyal psikoloji ile de bütünleşerek; duygu, heyecan, devinim ve motivasyon ile de kucaklaşıyor.

Evet; dil ile ilgili belirlemelerime, şimdilik, nokta koyuyorum. Bundan sonra ve zaman buldukça, okuyuculardan gelen” anadili ve ikidillik” ile ilgili sorulara, yanıt vermek istiyorum.

Sonuç olarak; dil, insanın kimliğidir.

Dil, kültürdür.

Bu yüzden, dilimize sahip çıkalım diyorum!

3 Temmuz 2008 Perşembe

EZİLENLERİN PEDAGOJİSİNE GİRİŞ



Faiz CEBİROĞLU

Çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz?

Çocuklarımızı; entellektüel (aydın, düşünme yete­neklisi), sosyal ve bireysel olarak, “geleceğin sorumlu yetişkinleri” haline gelmeleri için, hangi tür pedagojiyle yetiştirmeliyiz? Çocuk yetiştirme alanında bizlere, sık sık, sorulan sorular bunlardır. Bu sorulara yanıt vermeden önce, pedagog / pedagoji nedir? Bunun üzerine, kısaca durmak istiyorum.

Her sözcüğün bir tarihi vardır. Her kavramın bağ­rın­da taşıdığı bir anlam, bir siyaset, bir felsefe bir psi­koloji var, bu açıktır. Pedagog sözcüğü de, tarihsel ola­rak, Grekçe’den (Yunanca) “paidagogos” tan gelmek­tedir. “Paidos”, çocuk, “agos” da, rehber, yol gösteren an­la­mı­na geliyor. Eski Grek’te (Yunan), asillerin çocuk­larını, ev­den okula, okuldan da eve götürüp/getiren kö­le­ye/kö­lelere “paidagogos” deniyordu. Okullarda, bu asil ve kentli çocukları yetiştirmekle görevlendirilen öğret­men ise, “paidaia” olarak adlandırılıyordu. “Paid” çocuk, “pai­deia” ise, çocuk yetiştirme sanatçısı anlamına geliyor.

Buradan ve bu tarihsel kökenden hareketle, pedagoji kelime ve kavram olarak, 1700 yıllarda Alman / Fransız düşünce felsefesine damgasını vurmuştur. Bu kavram di­rekt Grekçe’den çevrilip “çocuk yetiştirme, yapılan­dırma veya biçimlendirme sanatı” anlamında kullanıldı. Bu bağ­lamda pedagoji, “insanı en güzel şekilde, yetiştirme, yapılandırma/biçimlendirme öğrenimidir”

Bu, budur ama geçmiş tarihten günümüze dek, pedagoji ve “çocuk yetiştirme sanatıyla ilgili tartışmalar hiç durmadı. İnsan toplumunun evrim tarihine göre, pedagoji ve çocuk yetiştirme alanında, farklı bakışlar, farklı eğilimler kendini gösterdi. Buna göre, her eğilimin temsil ettiği politik, felsefi, psikoloji ve buna bağlı olarak da pedagoglar ortaya çıktı. Bunlar, kendi aralarında çeşitli fraksiyonlara ayrılsalar da, genelde, üç tür eğilimden söz etmek mümkün:

Birincisi, otoriter pedagojidir. Burada çocuk, kü­çük bir ‘yetişkin’ olarak kabul edilir. Çocukluk devre­si­nin hiç bir anlam ve değeri yoktur. Çocuk, ailenin sözü dışına çıkmayan ve her dediklerine ‘evet’ demek zorunda kalan bir yaratıktır. Çocuk, “neden böyle olsun?” diye sorduğu zaman, cevap(!) hazır: Çünkü ben öyle istiyorum!

Zira burada çocuk, yeteneksiz, pasif ve a-sosyal olarak kabul edilir. Çocuk, ailenin kontrolü ve disiplini altındadır. Ailenin normlarına karşı çıkanlar veya norm sınırlarını aşanlar, cezalandırılır.

Otoriter pedagojide iyi çocuk, söz dinleyen, disip­linli çocuktur. Burada insan, tıbkı, “tabula rasa”, yani boş, yazılmamış bir yazı tahtası gibi, dışardan doldu­rulacaktır. Buna göre:

Bir: Çocuk, hiç bir şey değildir.

İki: Çocuğun duyguları, gelişimi bir süreç içerisinde algılanmaz.

Üç: Yetiştirici yetiştirir. Doğru olan yetiştirmendir, yetiştirmenlerdir.

Dört: Çocuğun özgür bir talebi, isteği yok. Olamaz…

Burada çocuk, boş bir şişe misali, dışardan doldurulacaktır. Buna uygun örnekler çoktur:

- Öğretmen öğretir, çocuklar öğrenir.

- Öğretmen her şeyi bilir, çocuk hiç bir şey bilmez!

- Öğretmen konuşur, öğrencilerde dinler.

- Öğretmen disipline eder, öğrenciler de disiplinli olur. ( Paulo Freire: Ezilenlerin Pedagojisi. Danimarkaca. Chr.Ejlesr Forlag 1976, s.46).


Paulo Freire


Bu eğilimin siyasi teorisi; kapitalizmdir. Felsefe, mekanik felsefedir. Buna uygun düşen psikoloji ise, “behaviorizm”dir. (Tavır, davranış psikolojisi). Bu psikolojinin temsilcisi ve yaratıcısı, Amerika’lı psikolog Watson’dur. Bu çizgiyi savunan pedagoglar: John Locke, Robert Owen, Drukheim, Bernstein gibi pedagoglardır.

İkincisi, laissez-faire padagoji ya da “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” pedagojisi. Burada çocuk yetiştirme diye bir şey yoktur. Ne ailenin çocuk yetiştirmek için artan zamanları(!) ne de ilgileri vardır. Çocuğun gelişimi, çocuğa terkedilmiştir. Çocuğa örnek olacak ve çocuğa yol gösterecek “sorumlu yetişkin” yoktur. Yani bırak gitsin, misalidir. Hür(!) yetiştirme adı altında çocuk, kendi haline terkedilmiştir. Kısacası, pedagoji yanlış anlaşılmış; yok sayılmıştır.

Bu eğilimin politik teorisi; liberalizm, felsefesi idealizm, psikoloji ise; hümanizmdir. Bu psikolojinin savunucuları; Freud / Erikson, Binet, Neil’dir. Belli başlı pedagogları ise; Platon, Herbert, Spencer, Rousseau, Pestalozzi’dir.

Üçüncüsü, katılımcı, yani sosyalist pedagoji. Çocukluk devresine en çok önem veren pedagojidir. Burada çocuk, hem öznel (subjektif) hem de nesnel (objektif) bir yaratıktır. Öznel olarak, kendi gelişimine katkıda bulunan, aktif ve hedeflidir. Ama çocuk, yalnız kendi kendine “çevresinden uzak” bir şekilde gelişemez. Çocuğu etkileyen nesnel olaylar da vardır. Bunlar iç-içedir; biri olmadan, diğeri olamaz. Çocuk karşılıklı bir şekilde yetiştirilir. Yetişim ve gelişimde, hem çocuğun, hem de çocuğu yetiştiren, “sorumlu yetişkinin” sözü vardır.

Burada iyi çocuk; dışsal değil, içsel bir iradeyle yönlendirilen, bağımsız, yaratıcı ve merak dolu bir çocuktur. Doğuşuyla birlikte sosyal, yetenekli ve aktiftir.

Katılımcı / sosyalist pedagoji için, şuan aklıma gelen, ip uçları şunlardır:

- Çocuk, doğuştan güzeldir.

- Çocuğun, doğuştan yetenekleri vardır ama deney ve bilgi eksikliklerini sorumlu ve yol gösterici yetişkinle birlikte desteklenmesi gerekir.

- Çocuğun duygusal gelişimi, yetenek gelişimi kadar önemlidir. Buna ağırlık verilmesi gerekir.

- Bağımsızlık ve özgür yetişim, her türlü ceza ve kontrolü reddeder. Ceza ve kontrol yerine, aktif gelişim ve açıklamalı öğrenim vardır.

Bu çizgiye düşen siyasi teori; sosyalizmdir. Felsefe; diyalektik, tarihsel felsefedir. Psikoloji ise; Marksist psikolojidir. Bunu temsil eden psikologlar; Vigotsky, Luria, Leontiev, Rubinstein. Burada önplana çıkan pedagoglar: Krupskaya, Makarenko, Hoernle, Kanitz, Ruhle, Paulo Freire.

Özetle, bu üç eğilimin yarattığı sonuç açıktr; çocuk ne tek başına bırakılarak gelişir, ne de otoriter tarzda. Gelecek için, sorumlu bir insan olarak toplumda yerini alır. Çocuğun topyekün gelişimine cevap veren pedagoji, hiç kuşkusuz, katılımcı-sosyalist pedagojidir. Bu çocuğun, motorik (devinim), sosyal, dilsel, yaratıcı, entellektüel ve duygusal olarak karşılıklı bir şekilde, çocukla-pedagog; çocukla-çocuk, arasında gerçekleşen yetişim tarzının pedagojisidir.

Evet, her gelişim, birlikte-diyalogla oluşan gelişimdir. Burada pedagoglara düşen rol, çocuğu dinlemek, çocuğa dikkat etmektir. Yani “çocuk şu an bulunduğu aşamada, tek başına neye muktedir; bundan sonraki aşa­ma için neye ihtiyacı var?” Bunu gözönünde bulun­du­rarak, çocuğa ilham, yardım ve yol göstermek, bu eğilimin önemli bir ilkesi oluyor.

Katılımcı, sosyalist pedagojinin olmazsa-olmaz ilkesi budur.

Doğru pedagoji de budur.

1 Temmuz 2008 Salı

OKUMAK









Faiz CEBİROĞLU

Okumak nedir? İyi bir okuyucu ne demektir? Bu yazı, bu sorulara yanıt vermenin kısa bir bakışı oluyor. Bu yazı, bu konunun ipuçlarını veriyor. Önemlidir; geleceğin büyükleri ve güzel bir yaşamanın kurucuları olacak olan çocuklarımızı bu alanda yetiştirmek, önemlidir ve bu, herkesin görevidir.


Okumak, dildir. Dil, anlamak içindir. Anlamak, yazılan metni anlamak oluyor.


Yazılanları anlamak, yani anlama yeteneği, iki temel prensip içeriyor: Birincisi, çocukların sözcükleri ”harf harf söyleme” ve ikincisi, sözcükleri anlama, kavrama durumu. Açıktır; yeni dil öğrenen ya da daha yeni okula başlayan çocuklarımız, birçok sözcüğü, harf harf söylemeyebilirler, ama yazılan ve onlara okunan metni rahatlıkla anlarlar. Anlıyorlar.


Okumak, bu anlamda, bazı evrelerden geçiyor: Birincisi, okumayı geliştirme, okuma yeteneğini artırma. Bu okul öncesi ve sonrası devam eden ve birbiriyle bağıntılı olan bir süreçtir. Bu, çocukların, kelimeleri harf harf söyleme, kavramları, kelime ve cümlelerin anlamını bilme süreci. Bu süreç, farklı metinleri okuma isteği ve azmi ile geliştirilir ve desteklenir.


İkincisi, okuma eğitimi: Bu aşamaya yardımcı olacak ”okuma atölyeleri” oluşturma.


Üçüncüsü, okuma zorluğu çekenleri, okumaya motive etme: tüm dil çeşitlerini kullanarak, çocukların okuma gelişimini destekleme…


Okumak, dildir. Dil, okuduğunu anlamak içindir.


Bu bağlamda, iyi bir okuyucu olmanın özellikleri vardır. Motivasyon: Okuma isteği. Yani çocuğu ”iyi bir okuyucu” olma yolunda desteklemek ve teşvik etmek. Dahası var: okumak, metni sonuna kadar okumak ve yazılanları dikkatlice ve özgürce tahlil edebilme durumu.


Dahası var: okumak, yapıcı bir süreçtir. Bu, şu demektir: metni, sahip olduğumuz yetenek ile, yorumlamaktır.


Okumak, dildir. İnsanlar, sözcükler aracılığı ile kendini anlıyor ve kimliğini geliştiriyor. Merakın teşviki ve sürekli genişleyen kavram dünyamızda dil aracı ile sağlanıyor.


İnsanları, hayvanlardan ayıran dildir. Kendimizi formüle etme, ihtiyaç, kendi ve başkalarına yönelik şartlarımızın aracı, sahip olduğumuz kelimelerdir. Kelime hazinemiz oluyor.


Okumak, dildir. Dil, anlamak içindir.


Anlamak, düşünmek içindir.


Okumak, anlamak ve düşünmek, güzel bir düzen yaratmak için, dünyayı kelimelerle fethetmek demektir!

21 Haziran 2008 Cumartesi

ZÜRAFA DİLİ


ZÜRAFA DİLİ (1)

Faiz CEBİROĞLU

Amerika’lı psikolog Marshall Rosenberg 30 yıl öncesinde geliştirmiş olduğu bir dil vardı: Zürafa
dili.
İhtilafların da çözümünde kullanılan bu iletişim diline yazar, kalbin dili adını veriyor. Marshall, zürafa diline karşıt olarak bir başka dil çıkarıyor: Kurt dili.

Zürafa dili, insanlar arasındaki iletişimin iyileştirilmesi, ihtilaf ve bireysel gelişimin en etkili aracı olarak tanıtılıyor. Yazarın tüm tezlerine katılmasam da, yaratmış olduğu bu ”zürafa dili” (ben buna empati dili diyeceğim), yeni bir diyalog, yeni bir konuşma tarzı dili olduğunu söyleyebilirim.

İletişimin aracı olan dile hayvan adlarının verilmesi, gerçekten çok ilginçtir. Bunun dayandığı
sebepler var. Bence şudur:

Hayvanlar arasında en büyük kalbe sahip olan zürafa’dır ve 40 kiloluk bir kalbi vardır. Biliniyor,
zürafa dili, kalpten gelen bir dildir. Duyguların dilini simgeliyor. Bu dildeki amaç, başkalarıyla
empatik bir ilişki kurmaktır.

Kurt dili, zürafa dilinin tersidir. Dil kalpten değil, “baştan” çıkmaktadır. Bu dil,”saldırganlığı”
simgeler. Bu dilin başta gelen özellikleri; karşısındakilerin manipüle edilmesi, kızgınlık, suçu
başkalarında görme, duyguların aşağılara çekilmesi / ezilmesi, ve öz-değer eksikliği olarak
özetlenebilir. Buna ek olarak kurt dili, istek, arzu, ihtiyaç ve ifade edilen duygularımızın üzerindeki dikkati başka yöne çekmek ve bu bağlamda; ”suçlu sensin” baş taktiğini kullanarak, ”işte ben doğruyum” hedefine varmanın dilidir.

Zürafa dili, algılama, his ve istek doğrultusunda hareket eder. Herhangi bir ihtiyaç durumunda,
zürafa, ”kendisinin, başkaları tarafından ne kadar görüldüğüne , varlığınının ne kadar duyulduğu ve anlaşıldığına” dikkat eder. Aynı duyarlılıkla zürafa, başkalarını da, ”görme, duyma ve hissetme” dikkatiyle karşılık verir.

Zürafa, duyularıyla hareket eder. Duyularıyla duygularını ve hissettiklerini dışa vurur. Bunları, dürüstçe ve açıkça yapar.

Kurt dili, başkalarını”yargılamak”içindir. Kurt’un tek düşüncesi, ”ben doğruyum, o yanlış”. Ben
akıllıyım, o aptal”.

Kurt dilin özelliği, sitem, kınama, yıkıcı eleştiri ve hakarettir.

Zürafa dilinde göze çarpan en önemli nokta: ”İnsanlarla konuş, onlar da seni dinler. İnsanları dinle, onlar da seninle konuşur”, özelliğidir.

Zürafa dilinde dikkat etmemiz gereken başka noktalar da var ve şu:

Bir: İhtiyaç ve isteklerin ifade edilmesine dikkat etme.

İki: İfade edilen duyguları dinleme

Üç: İhtilaf ve tartışmalardan sonra ilişkiyi kesmeme ve diyaloğu sürdürme yeteneği

Dört: Var olan olaylara ve sorunlara açıklama talebinde bulunma.

Açıktır, kurt dilinin tersine, zürafa dili, yeni bir konuşma ve iletişim tarzı oluyor.İhtilafların
çözümü, insanların ne hissettiklerini anlama, düşünce ve ihtiyaçlara yanıt vermek için yaratılan bir dil oluyor.

Ama açık olan bir başka nokta var: Dünya’da ve Türkiye’de kurtların sürüler halinde dolaştığı bir ortamda, zürafa olmak zor, çok zor!


ZÜRAFA DİLİ (2)


Zürafa dili, dostane bir dildir. Zürafa dili, ihtilafları yatıştıran ve bunların çözümüne uğraş veren bir dildir.

Zürafa dili, egresif olmayan bir dildir. Kurt dilinin tersine, zürafa dili,“yeni bir yaşam tarzı, yeni bir düşünme ve konuşma yöntemi” oluyor.

Önemli olan,“duygudaşlık” değerinin sözcüsü olmaktır. Önemli olan bunu öğrenmek ve iletmektir.

Hiç kuşku yok ki, tüm insanlar, duygularını ve ihtiyaçlarını ifade etme yetenekleriyle doğarlar.
Yeter ki, bu yeni konuşma tarzını öğrenelim. Yeter ki, bunu pratikte uygulayalım. Peki nasıl, buna ilişkin somut örnek verilmez mi? Elbette verilir. Şöyle “basit” bir örnek vereyim:

“Bir Cumartesi akşamına eve misafirler davet edilmiş. Ev temizlenecek, düzenlenecek ve misafirlere hazır hale getirilecektir. Böylesi bir ortamda ve “meşguliyette” evin çocuğu, bir kasa dolu oyuncaklarını getirip oturma odasına boşalttıyor, oyuncaklar da her tarafa yayılmış durumda...Çocuk, bu konuda daha önceleri uyarılmıştı. Demek ki, dinlememiş...”

Böylesi bir durum karşısında, çocukla olan dilsel iletişim ve tepkimiz nasıl olması gerekiyor?

Bu sorunun yanıtını, Zürafa ve Kurt dili ile mukayese ederek vermek mümkün. Önce Kurt diliyle başlayalım:

“Yeter artık! Niye beni bu kadar kızdırıyorsun? Kaç sefer söyleyeceyim, bunu böyle yapma diye.
Hemen, ouyuncaklarını topla ve kasaya koy!”

Bu iletişimi, Zürafa kulakları ve dili ile tahlil edersek; ”özde kızgın olan ve ”kızdıran” çocuk değil,
çocuğun anasıdır. Çünkü anne, misafirler gelmeden önce, evin misafirlere hazır olmasını
ve çocuğun da oyuncaklarını toplamasını istiyor.”

Kurt dili ile yapılan bu iletişim, Zürafa dili ile yapılsaydı, yani çocuğu ”suçlamadan” ve ”yargılamadan” yapılmış olsaydı, çocuk, hiç kuşkusuz, hem oyuncaklarını toplayacak, hem de evi misafirlere hazır halde olmasına ve kalmasına dikkat ve yardım edecekti.

Aynı örneği, zürafa dili ile dinleyelim:

”Görüyorum ki, bir kasa dolu oyuncaklarını misafir odasına boşaltmışsın. Bu beni rahatsız ediyor
ve sana olan kızgınlığımı da hissedebiliyorum. Sen de biliyorsun, misafirler gelmeden önce ev temiz olacak, oyuncaklar da yerlerinde, kasalarında olacaktır. Yardım edersen, hem oturma odası hazır olur, hem de oyuncaklarını da yerlerine koymuş oluruz…”

Dikkat edilirse veya yukardaki kurt dili ile mukayese edilirse, zürafa dilinde ”hayır” demek, daima ”empati”ile ”duygudaşlık” ile başlıyor.

Dikkat edilirse, zürafa dilinde en önemli nokta, kontağın yaratılması ve sürdürülmesidir.
Böylesi bir temasın yaratılması ve bunda ısrar, değişik duygu ve ihtiyaçlara da yer veren karşılıklı ve saygılı bir diyaloğun başlangıcı demektir.

Zürafa dilinde kontak önemlidir. Kontağı korumak ve muhafaza etmek önemlidir.
Kurt dili, egresif, saldırgan bir dildir. Burada amaç ve uğraş ihtilafların çözümü değil, haklı olduğunu gösterme uğraşı ve telaşı içindir. Kurt dili, suçlama dilidir. Zürafa dilinin tersine, diyaloğu sürdürme değil, kendini diyaloğdan çekme dilidir.

Açık ki, Zürafa dili, yeni konuşma tarzı olan bir dildir.
Zürafa dili, diyaloğun ve duyguların dilidir.

Gönül ister ki, herkes”zürafa” olsun; herkes, empati dili olan zürafa diline sahip olsun!

11 Haziran 2008 Çarşamba

YAŞAMIN DEĞERLERİ


Faiz CEBİROĞLU

”…katılımcı ve eylemsel yetkeli insanın değerleri de çok daha açıktır: Sorumluluk, kendi karar verme, açıklık, alınan kararlarda söz sahibi olma, sevgi, dayanışma, birliktelik, ihtimam, saygı / karşılıklı saygı gibi değerlerdir…"



Yaşamın değerlerinden bahsediyoruz. Yaşamı ”değerli ve anlamlı” kılan değerlerden söz ediyoruz. Yaşamsal değerler, belirli bir evrim sonucunda oluşan değerler ve toplumsal değişime paralel olarak kendini değiştiren ve sürekli geliştiren değerlerdir.

Feodal toplumda yaşamın değerleri nasıldı?

Kapitalist toplumda yaşamın değerleri nasıl?

Sosyalist toplumda yaşamın değerleri nasıl olacak?

Tüm bu sorular, insanın evrim tarihiyle ilgilidir.

Açıktır; insan, sosyal bir varlık olarak sürekli değişir, gelişir ve, “ileri, daha ileri” için yön alır. Bu, insan evrim tarihinin dönüşümüdür. Bu, tarihsel olarak insan dönüşümü oluyor. Devrimciliktir. Devrimcilik bu çerçevede, “ileri, hep ileri için” insanın kendisini de aşması demek, oluyor.

Devrimcilik, ileriye gitmek için, insanın kendisini de aşması demektir.

Gençliğimde Aşık İhsani’den dinlediğim ve çok sevdiğim bir türkü vardı, ileriyi, daha ileriyi gerçekten çok güzel dile getiriyordu:

“ Aya çıkıp yıldızlara / Ordan bakmak istiyorum!”

Budur, ileri daha ileri vizyona sahip olmak, budur.

Buradaki vizyonlar, hepsi, insan yaşamını daha kaliteli ve daha anlamlı kılmak içindir. Bunların hepsi, herşeyin en güzeline layık olan insanlar içindir. Zaten sevdamızın ve kavgamızın hedefi de:

Herşey insan içindir!

Amacımız, insan yaşamını daha kaliteli ve daha değerli yapmak içindir. Anlamlı ve kaliteli yaşam, sahip olduğumuz insani bakışımızla ilgilidir, açıktır. Birinci noktadır.

İkincisi şu: yaşamın değerleri toplumsal değişime uygun olarak, sürekli değişir, gelişir, büyür. Bu da insani bakışımızın sürekli gelişmesi ve büyümesi demektir.

Biz eğitimciler pedagojide, insan gelişimiyle bağıntılı olarak, sürekli yaşamın değerlerinden bahsediyoruz. Amacımız, açıktır. Bu bağlamda, katılımcı ve eylemsel yetkeli insanın değerleri de çok daha açıktır: Sorumluluk, kendi karar verme, açıklık, alınan kararlarda söz sahibi olma, sevgi, dayanışma, birliktelik, ihtimam, saygı / karşılıklı saygı gibi değerlerdir.

Bu değerlerle insan büyüyor, bu değerlerle büyüyen insan, gelişen insan oluyor. Bu değerlerle büyüyen insan, ”hoşgörülü” insan da oluyor.
Burada çarpıcı bir örnek vermek istiyorum, Aniden, Danimarka’nın Taarbæk şehrinde, yıllardır kilisede papazlık yapan Thorkild Grosbøl, ”Tanrı’ya inanmadığını” söyleyince, sözleri, Danimarka genelinde ve papazlar arasında ”şok” etkisi yarattı. Kilise Bakanı da devreye girip, ”Tanrı’ya inanmayan bir insanın, Kilise’de papazlık yapması doğru değil ve papazın derhal görevinden ayrılması gerekir” deyince, Taarbæk kentinin halkı da ayağa kalktı. Papazı desteklemek için yürüyüşler düzenledi. Halk ise, ”Sayın Thorkild Grosbøl, bizlere sürekli İncil’den Tanrı’yla ilgili çok güzel şeyler anlatıyordu. Biz onu seviyor ve ona inanıyoruz” deyip, ona sahip çıktı. Papaz, bu halkın sevgisi ve desteği sayesinde görevinde kaldı.

Şimdi bunun tersini düşünelim. Yani, otoriter toplum değerleriyle yetişen insanı / insanları düşünelim. Örnek olsun, Türkiye. Peki bu olay, Türkiye’de olsaydı ne olurdu?

Bir cami imamı, Türkiye’de ben Allah’a inanmıyorum derse, ne olur?

Allah göstermesin!

Sıvas’ta insanlarımızı diri diri yakanlar, böylesi bir durum karşısında, yalnız cami imamını değil, ailesini, hatta köyünü dahi yakarlar.

Bu, budur. Otoriter toplumda ”hoşgörü” sözcüğü yok. Hoşgörü, otoriter toplumun tersine, ancak katılımcı toplum bireyleri ve üyeleri arasında vücut bulur. Türkiye’de sık sık yaşanan linç etme girişimleri, hiç kuşkusuz, var olan otoriter toplumun, otoriter değerlerinden kaynaklanıyor. Dayak, ceza, kontrol, intikam, linç… hepsi böylesi bir sistemin sonucudur.

Daha yeni, babasının cüzdanından 50 kuruş alıp dondurma alan çocuğuna öldüresiye vuran baba, yine böylesi bir otoriter toplumun sonucu oluyor. Zaten, böylesi bir toplumda, ”hoşgörü” diye bir anlayış olmaz. Olamaz!

Bu sorunlar üzerine durmamızın amacı, yaşamsal değerleri, gerçekten ”yaşamın değerleri” haline getirmek içindir. Değerli yaşam, ancak katılımcı ve eylemci insan toplumunda kendini gösterir. Gösteriyor. Ancak böylesi toplumlarda, insan kaliteli ve değerli bir yaşam sağlayabilir.

Bu bağlamda, böylesi bir toplum ve toplum insanı yaratmak için uğraşmak, biz eğitimcilerin baş görevi oluyor.

Zira, insan herşeyin en güzeline layıktır, diyoruz.

Bu en güzel insanı yaratmak, her sorumlu insanın görevi de oluyor.

6 Haziran 2008 Cuma

İNTERAKSİYON


Faiz Cebiroğlu


Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

Karşılıklı etkileşimde kullandığımız ilk araç, dildir. Karşılıklı bir anlayış ve tesir için, yazılı, sözlü, vücut v.b dil çeşitlerinden yararlanıyoruz. Fakat burada kullanılan dil, yalnızca ”kelime” ”doğru telafüz” veya ”cümle kuruluşu” , kısacası dilbilgisi, gramatik değildir. Bizler, vücut duruşlarımızla, mimik ve vücut ifadeleriyle de birbirimizi anlamaya ve etkilemeye çalışıyoruz. Bizler, bu yöntemlerle, içinde yer aldığımız sınıfsal konuma göre, gelenek ve normlarımızı ifade ediyoruz.

Burada ifade edilen normlar ya da örnekler, içinde yer aldığımız sosyal konuma göre, değişiklik arz ediyor. Bu değişiklikler nedir, nasıl oluyor? Şudur:

Bir: Yaşam tarzımız: Yani aile, barınma, bütçe, giyim, eğlence v.b imkanlar.

İki: Çalışma biçimi: Yaptığımız iş ve işyeri. Yaptığımız işin hayatımızdaki yeri ve rolu.

Üç: Düşünce bakışımız: Yani dünyaya bakışımız; insan ve toplum modeline ilişkin görüşümüz.

Dört: Yaşadığımız yer: Yani yaşadığımız yer şehir mi, köy mü? Yaşadığımız yerde sosyal netvörk (aile, komşu, arkadaş ve dostlar arasındaki bağıntı) nasıl?

Görüldüğü gibi, interaksiyon, toplumsal yaşamın karmaşık ve bir çok yönüne hitap eden ve bunları ihtiva eden karşılıklı bir enformasyon, yani malümat alışverişidir.

Bütün bu faktörler, karşıklı gelişimde belirleyici bir rol oynadıkları açıktır. Bizler, hayatımıza tesir eden bu faktörlerin (olumlu – olumsuz) yönlerini tanımak zorundayız. Bu faktörler üzerinde durmak, bu faktörlerin yaşamımızda etkilerini ”tahlil” etmek, harmonik ve ileriye yönelik gelişim için zorunludur.

Her gelişim, karşılıklıdır. Doğrudur. Ama doğru olan bir başka nokta da var, her karşılıklı etkileşimin, bir gelişim olamayacağı gerçeğidir. Böylesi interaksiyonlarda, ”seçici” olmak yükümlülüğü ortaya çıkıyor. Açık ki, interaksiyonlarda ”seçici” olmayanlar, kendilerini de geliştiremiyorlar. İnteraksiyonlarda ”seçici” olmayanlar ne kendilerini, ne de talihlerini değiştirebiliyorlar.