”Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden umutluyum.Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden de mutluyum!”

21 Haziran 2008 Cumartesi

ZÜRAFA DİLİ


ZÜRAFA DİLİ (1)

Faiz CEBİROĞLU

Amerika’lı psikolog Marshall Rosenberg 30 yıl öncesinde geliştirmiş olduğu bir dil vardı: Zürafa
dili.
İhtilafların da çözümünde kullanılan bu iletişim diline yazar, kalbin dili adını veriyor. Marshall, zürafa diline karşıt olarak bir başka dil çıkarıyor: Kurt dili.

Zürafa dili, insanlar arasındaki iletişimin iyileştirilmesi, ihtilaf ve bireysel gelişimin en etkili aracı olarak tanıtılıyor. Yazarın tüm tezlerine katılmasam da, yaratmış olduğu bu ”zürafa dili” (ben buna empati dili diyeceğim), yeni bir diyalog, yeni bir konuşma tarzı dili olduğunu söyleyebilirim.

İletişimin aracı olan dile hayvan adlarının verilmesi, gerçekten çok ilginçtir. Bunun dayandığı
sebepler var. Bence şudur:

Hayvanlar arasında en büyük kalbe sahip olan zürafa’dır ve 40 kiloluk bir kalbi vardır. Biliniyor,
zürafa dili, kalpten gelen bir dildir. Duyguların dilini simgeliyor. Bu dildeki amaç, başkalarıyla
empatik bir ilişki kurmaktır.

Kurt dili, zürafa dilinin tersidir. Dil kalpten değil, “baştan” çıkmaktadır. Bu dil,”saldırganlığı”
simgeler. Bu dilin başta gelen özellikleri; karşısındakilerin manipüle edilmesi, kızgınlık, suçu
başkalarında görme, duyguların aşağılara çekilmesi / ezilmesi, ve öz-değer eksikliği olarak
özetlenebilir. Buna ek olarak kurt dili, istek, arzu, ihtiyaç ve ifade edilen duygularımızın üzerindeki dikkati başka yöne çekmek ve bu bağlamda; ”suçlu sensin” baş taktiğini kullanarak, ”işte ben doğruyum” hedefine varmanın dilidir.

Zürafa dili, algılama, his ve istek doğrultusunda hareket eder. Herhangi bir ihtiyaç durumunda,
zürafa, ”kendisinin, başkaları tarafından ne kadar görüldüğüne , varlığınının ne kadar duyulduğu ve anlaşıldığına” dikkat eder. Aynı duyarlılıkla zürafa, başkalarını da, ”görme, duyma ve hissetme” dikkatiyle karşılık verir.

Zürafa, duyularıyla hareket eder. Duyularıyla duygularını ve hissettiklerini dışa vurur. Bunları, dürüstçe ve açıkça yapar.

Kurt dili, başkalarını”yargılamak”içindir. Kurt’un tek düşüncesi, ”ben doğruyum, o yanlış”. Ben
akıllıyım, o aptal”.

Kurt dilin özelliği, sitem, kınama, yıkıcı eleştiri ve hakarettir.

Zürafa dilinde göze çarpan en önemli nokta: ”İnsanlarla konuş, onlar da seni dinler. İnsanları dinle, onlar da seninle konuşur”, özelliğidir.

Zürafa dilinde dikkat etmemiz gereken başka noktalar da var ve şu:

Bir: İhtiyaç ve isteklerin ifade edilmesine dikkat etme.

İki: İfade edilen duyguları dinleme

Üç: İhtilaf ve tartışmalardan sonra ilişkiyi kesmeme ve diyaloğu sürdürme yeteneği

Dört: Var olan olaylara ve sorunlara açıklama talebinde bulunma.

Açıktır, kurt dilinin tersine, zürafa dili, yeni bir konuşma ve iletişim tarzı oluyor.İhtilafların
çözümü, insanların ne hissettiklerini anlama, düşünce ve ihtiyaçlara yanıt vermek için yaratılan bir dil oluyor.

Ama açık olan bir başka nokta var: Dünya’da ve Türkiye’de kurtların sürüler halinde dolaştığı bir ortamda, zürafa olmak zor, çok zor!


ZÜRAFA DİLİ (2)


Zürafa dili, dostane bir dildir. Zürafa dili, ihtilafları yatıştıran ve bunların çözümüne uğraş veren bir dildir.

Zürafa dili, egresif olmayan bir dildir. Kurt dilinin tersine, zürafa dili,“yeni bir yaşam tarzı, yeni bir düşünme ve konuşma yöntemi” oluyor.

Önemli olan,“duygudaşlık” değerinin sözcüsü olmaktır. Önemli olan bunu öğrenmek ve iletmektir.

Hiç kuşku yok ki, tüm insanlar, duygularını ve ihtiyaçlarını ifade etme yetenekleriyle doğarlar.
Yeter ki, bu yeni konuşma tarzını öğrenelim. Yeter ki, bunu pratikte uygulayalım. Peki nasıl, buna ilişkin somut örnek verilmez mi? Elbette verilir. Şöyle “basit” bir örnek vereyim:

“Bir Cumartesi akşamına eve misafirler davet edilmiş. Ev temizlenecek, düzenlenecek ve misafirlere hazır hale getirilecektir. Böylesi bir ortamda ve “meşguliyette” evin çocuğu, bir kasa dolu oyuncaklarını getirip oturma odasına boşalttıyor, oyuncaklar da her tarafa yayılmış durumda...Çocuk, bu konuda daha önceleri uyarılmıştı. Demek ki, dinlememiş...”

Böylesi bir durum karşısında, çocukla olan dilsel iletişim ve tepkimiz nasıl olması gerekiyor?

Bu sorunun yanıtını, Zürafa ve Kurt dili ile mukayese ederek vermek mümkün. Önce Kurt diliyle başlayalım:

“Yeter artık! Niye beni bu kadar kızdırıyorsun? Kaç sefer söyleyeceyim, bunu böyle yapma diye.
Hemen, ouyuncaklarını topla ve kasaya koy!”

Bu iletişimi, Zürafa kulakları ve dili ile tahlil edersek; ”özde kızgın olan ve ”kızdıran” çocuk değil,
çocuğun anasıdır. Çünkü anne, misafirler gelmeden önce, evin misafirlere hazır olmasını
ve çocuğun da oyuncaklarını toplamasını istiyor.”

Kurt dili ile yapılan bu iletişim, Zürafa dili ile yapılsaydı, yani çocuğu ”suçlamadan” ve ”yargılamadan” yapılmış olsaydı, çocuk, hiç kuşkusuz, hem oyuncaklarını toplayacak, hem de evi misafirlere hazır halde olmasına ve kalmasına dikkat ve yardım edecekti.

Aynı örneği, zürafa dili ile dinleyelim:

”Görüyorum ki, bir kasa dolu oyuncaklarını misafir odasına boşaltmışsın. Bu beni rahatsız ediyor
ve sana olan kızgınlığımı da hissedebiliyorum. Sen de biliyorsun, misafirler gelmeden önce ev temiz olacak, oyuncaklar da yerlerinde, kasalarında olacaktır. Yardım edersen, hem oturma odası hazır olur, hem de oyuncaklarını da yerlerine koymuş oluruz…”

Dikkat edilirse veya yukardaki kurt dili ile mukayese edilirse, zürafa dilinde ”hayır” demek, daima ”empati”ile ”duygudaşlık” ile başlıyor.

Dikkat edilirse, zürafa dilinde en önemli nokta, kontağın yaratılması ve sürdürülmesidir.
Böylesi bir temasın yaratılması ve bunda ısrar, değişik duygu ve ihtiyaçlara da yer veren karşılıklı ve saygılı bir diyaloğun başlangıcı demektir.

Zürafa dilinde kontak önemlidir. Kontağı korumak ve muhafaza etmek önemlidir.
Kurt dili, egresif, saldırgan bir dildir. Burada amaç ve uğraş ihtilafların çözümü değil, haklı olduğunu gösterme uğraşı ve telaşı içindir. Kurt dili, suçlama dilidir. Zürafa dilinin tersine, diyaloğu sürdürme değil, kendini diyaloğdan çekme dilidir.

Açık ki, Zürafa dili, yeni konuşma tarzı olan bir dildir.
Zürafa dili, diyaloğun ve duyguların dilidir.

Gönül ister ki, herkes”zürafa” olsun; herkes, empati dili olan zürafa diline sahip olsun!

11 Haziran 2008 Çarşamba

YAŞAMIN DEĞERLERİ


Faiz CEBİROĞLU

”…katılımcı ve eylemsel yetkeli insanın değerleri de çok daha açıktır: Sorumluluk, kendi karar verme, açıklık, alınan kararlarda söz sahibi olma, sevgi, dayanışma, birliktelik, ihtimam, saygı / karşılıklı saygı gibi değerlerdir…"



Yaşamın değerlerinden bahsediyoruz. Yaşamı ”değerli ve anlamlı” kılan değerlerden söz ediyoruz. Yaşamsal değerler, belirli bir evrim sonucunda oluşan değerler ve toplumsal değişime paralel olarak kendini değiştiren ve sürekli geliştiren değerlerdir.

Feodal toplumda yaşamın değerleri nasıldı?

Kapitalist toplumda yaşamın değerleri nasıl?

Sosyalist toplumda yaşamın değerleri nasıl olacak?

Tüm bu sorular, insanın evrim tarihiyle ilgilidir.

Açıktır; insan, sosyal bir varlık olarak sürekli değişir, gelişir ve, “ileri, daha ileri” için yön alır. Bu, insan evrim tarihinin dönüşümüdür. Bu, tarihsel olarak insan dönüşümü oluyor. Devrimciliktir. Devrimcilik bu çerçevede, “ileri, hep ileri için” insanın kendisini de aşması demek, oluyor.

Devrimcilik, ileriye gitmek için, insanın kendisini de aşması demektir.

Gençliğimde Aşık İhsani’den dinlediğim ve çok sevdiğim bir türkü vardı, ileriyi, daha ileriyi gerçekten çok güzel dile getiriyordu:

“ Aya çıkıp yıldızlara / Ordan bakmak istiyorum!”

Budur, ileri daha ileri vizyona sahip olmak, budur.

Buradaki vizyonlar, hepsi, insan yaşamını daha kaliteli ve daha anlamlı kılmak içindir. Bunların hepsi, herşeyin en güzeline layık olan insanlar içindir. Zaten sevdamızın ve kavgamızın hedefi de:

Herşey insan içindir!

Amacımız, insan yaşamını daha kaliteli ve daha değerli yapmak içindir. Anlamlı ve kaliteli yaşam, sahip olduğumuz insani bakışımızla ilgilidir, açıktır. Birinci noktadır.

İkincisi şu: yaşamın değerleri toplumsal değişime uygun olarak, sürekli değişir, gelişir, büyür. Bu da insani bakışımızın sürekli gelişmesi ve büyümesi demektir.

Biz eğitimciler pedagojide, insan gelişimiyle bağıntılı olarak, sürekli yaşamın değerlerinden bahsediyoruz. Amacımız, açıktır. Bu bağlamda, katılımcı ve eylemsel yetkeli insanın değerleri de çok daha açıktır: Sorumluluk, kendi karar verme, açıklık, alınan kararlarda söz sahibi olma, sevgi, dayanışma, birliktelik, ihtimam, saygı / karşılıklı saygı gibi değerlerdir.

Bu değerlerle insan büyüyor, bu değerlerle büyüyen insan, gelişen insan oluyor. Bu değerlerle büyüyen insan, ”hoşgörülü” insan da oluyor.
Burada çarpıcı bir örnek vermek istiyorum, Aniden, Danimarka’nın Taarbæk şehrinde, yıllardır kilisede papazlık yapan Thorkild Grosbøl, ”Tanrı’ya inanmadığını” söyleyince, sözleri, Danimarka genelinde ve papazlar arasında ”şok” etkisi yarattı. Kilise Bakanı da devreye girip, ”Tanrı’ya inanmayan bir insanın, Kilise’de papazlık yapması doğru değil ve papazın derhal görevinden ayrılması gerekir” deyince, Taarbæk kentinin halkı da ayağa kalktı. Papazı desteklemek için yürüyüşler düzenledi. Halk ise, ”Sayın Thorkild Grosbøl, bizlere sürekli İncil’den Tanrı’yla ilgili çok güzel şeyler anlatıyordu. Biz onu seviyor ve ona inanıyoruz” deyip, ona sahip çıktı. Papaz, bu halkın sevgisi ve desteği sayesinde görevinde kaldı.

Şimdi bunun tersini düşünelim. Yani, otoriter toplum değerleriyle yetişen insanı / insanları düşünelim. Örnek olsun, Türkiye. Peki bu olay, Türkiye’de olsaydı ne olurdu?

Bir cami imamı, Türkiye’de ben Allah’a inanmıyorum derse, ne olur?

Allah göstermesin!

Sıvas’ta insanlarımızı diri diri yakanlar, böylesi bir durum karşısında, yalnız cami imamını değil, ailesini, hatta köyünü dahi yakarlar.

Bu, budur. Otoriter toplumda ”hoşgörü” sözcüğü yok. Hoşgörü, otoriter toplumun tersine, ancak katılımcı toplum bireyleri ve üyeleri arasında vücut bulur. Türkiye’de sık sık yaşanan linç etme girişimleri, hiç kuşkusuz, var olan otoriter toplumun, otoriter değerlerinden kaynaklanıyor. Dayak, ceza, kontrol, intikam, linç… hepsi böylesi bir sistemin sonucudur.

Daha yeni, babasının cüzdanından 50 kuruş alıp dondurma alan çocuğuna öldüresiye vuran baba, yine böylesi bir otoriter toplumun sonucu oluyor. Zaten, böylesi bir toplumda, ”hoşgörü” diye bir anlayış olmaz. Olamaz!

Bu sorunlar üzerine durmamızın amacı, yaşamsal değerleri, gerçekten ”yaşamın değerleri” haline getirmek içindir. Değerli yaşam, ancak katılımcı ve eylemci insan toplumunda kendini gösterir. Gösteriyor. Ancak böylesi toplumlarda, insan kaliteli ve değerli bir yaşam sağlayabilir.

Bu bağlamda, böylesi bir toplum ve toplum insanı yaratmak için uğraşmak, biz eğitimcilerin baş görevi oluyor.

Zira, insan herşeyin en güzeline layıktır, diyoruz.

Bu en güzel insanı yaratmak, her sorumlu insanın görevi de oluyor.

6 Haziran 2008 Cuma

İNTERAKSİYON


Faiz Cebiroğlu


Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

Karşılıklı etkileşimde kullandığımız ilk araç, dildir. Karşılıklı bir anlayış ve tesir için, yazılı, sözlü, vücut v.b dil çeşitlerinden yararlanıyoruz. Fakat burada kullanılan dil, yalnızca ”kelime” ”doğru telafüz” veya ”cümle kuruluşu” , kısacası dilbilgisi, gramatik değildir. Bizler, vücut duruşlarımızla, mimik ve vücut ifadeleriyle de birbirimizi anlamaya ve etkilemeye çalışıyoruz. Bizler, bu yöntemlerle, içinde yer aldığımız sınıfsal konuma göre, gelenek ve normlarımızı ifade ediyoruz.

Burada ifade edilen normlar ya da örnekler, içinde yer aldığımız sosyal konuma göre, değişiklik arz ediyor. Bu değişiklikler nedir, nasıl oluyor? Şudur:

Bir: Yaşam tarzımız: Yani aile, barınma, bütçe, giyim, eğlence v.b imkanlar.

İki: Çalışma biçimi: Yaptığımız iş ve işyeri. Yaptığımız işin hayatımızdaki yeri ve rolu.

Üç: Düşünce bakışımız: Yani dünyaya bakışımız; insan ve toplum modeline ilişkin görüşümüz.

Dört: Yaşadığımız yer: Yani yaşadığımız yer şehir mi, köy mü? Yaşadığımız yerde sosyal netvörk (aile, komşu, arkadaş ve dostlar arasındaki bağıntı) nasıl?

Görüldüğü gibi, interaksiyon, toplumsal yaşamın karmaşık ve bir çok yönüne hitap eden ve bunları ihtiva eden karşılıklı bir enformasyon, yani malümat alışverişidir.

Bütün bu faktörler, karşıklı gelişimde belirleyici bir rol oynadıkları açıktır. Bizler, hayatımıza tesir eden bu faktörlerin (olumlu – olumsuz) yönlerini tanımak zorundayız. Bu faktörler üzerinde durmak, bu faktörlerin yaşamımızda etkilerini ”tahlil” etmek, harmonik ve ileriye yönelik gelişim için zorunludur.

Her gelişim, karşılıklıdır. Doğrudur. Ama doğru olan bir başka nokta da var, her karşılıklı etkileşimin, bir gelişim olamayacağı gerçeğidir. Böylesi interaksiyonlarda, ”seçici” olmak yükümlülüğü ortaya çıkıyor. Açık ki, interaksiyonlarda ”seçici” olmayanlar, kendilerini de geliştiremiyorlar. İnteraksiyonlarda ”seçici” olmayanlar ne kendilerini, ne de talihlerini değiştirebiliyorlar.

5 Haziran 2008 Perşembe

HİKAYE TAHLİL MODELİ




Faiz Cebiroğlu

Türkiye’nin her tarafından bana, eğitimle ilgili sorular geliyor. Bu soruları bir yazıyla sınırlamak mümkün değildir. Ama bir soru var, dikkatimi çekti, ”Hikaye Tahlil Modeli Üzerine Fikirleriniz var mı” diye. Bu soruyu yanıtlamak istiyorum. Ama önce bir ön giriş yapmak gerekiyor:

Evet, okullar açılalı çok oldu. Okullarla birlikte binbir sorunlar da ortaya çıktı. Türkiye gibi, devlete bağlı olan yanlış eğitimin yarattığı sorunlar var ve çoktur. Açıktır, Türkiye’de köklü bir eğitim reformu yapılmadan böylesi sorunların üstesinden gelmek mümkün değildir. Bu konuları bir başka yazımda ele almak istiyorum. Ama şunu yazabilirim: Türkiye’deki eğitim, devletin etkinliğinden kurtarılıp, yerel, yani belediyelere devredilmedikçe sorunların üstesinden, kısmen de olsa, gelinmez, gelinemez; bunu açıkça yazıyorum.

Bizler de bu ezberci, tek boyutlu ve yanlış eğitimden çok çektik. Ben, Arap kökenli birisi olarak, lisenin son sınıfına kadar, bu yanlış eğitimin hem izdırabını, hem de öğretmenlerin azabını çektim. Enson şunu anladım, yanlış, her tarafta vardır. Dengesiz ve eklektik eğitimin yarattığı sorunlar gerçekten çoktur. Örnekler de değişik ve çoktur. Birisini vermek istiyorum:

Hiç unutmam, yıllar öncesinde, Hatay / Antakya, Antakya Merkez Lisesi’nde son sınıfa devam ederken, çok sevgili edebiyat hocamız, bizlere bir ”ev ödevi” vermişti: ”Okuduğunuz bir hikaye kitabının özetini yapınız!” diye. Biz öğrenciler, birbirimize baktık. Birbirimizle konuştuk: Edebiyat derslerinde ’hikaye ve hikayenin tahlili’ üzerinde hiç durmayan edebiyat hocamız bizlerden okuduğumuz bir hikayenin özetini yapmamızı istiyordu. Ama bu yetmemiş olacak ki, aynı sınıfta yer alan, iki sevgili köydaşım da; ”Faiz, sen çok kitap okuyorsun, bizlere bu konuda yardımcı olursan, çok memnun oluruz.” diye bana gelmişlerdi. Ben de kabül ettim. Üç ayrı hikayenin özetini, normal bir kompozisyon şeklinde, yazıp aramızda paylaşmıştık.

Evet, aradan yıllar geçti. Bizler değiştik. Bizler, yeni bir mertebeye ulaştık. Ama ne acı, hâlâ Türkiye’de, öğrencilere, ”Hikayenin Nasıl Tahlil Edilmesi” gerekir konusunda dersler verilmiyor. Hâlâ öğrencilere bu konuda net bir model, tarz sunulmuyor, öğretilmiyor. Peki neden?..

Bu soru üzerine çok durmak ve düşünmek gerekiyor.

Ben düşündüm ve yıllar sonra, hem beni izleyen okuyuculara, hem de sevgili hocam Mehmet Karasu ve diğer edebiyat hocalarına, ”hikaye nasıl tahlil edilir?” sorusuna, gecikmiş bir yanıt olarak, görüşlerimi yazmak istiyorum. Ayrıca çok değer verdiğim öğrencilere de aşağıdaki ”modeli” sunmak istiyorum.

Önce hikaye nedir?

Hikaye, sınırlı bir periyodikte geçen, kişi sayısı az, sınırlı zaman ve çevrede cereyan eden, tek yönlü bir düzyazı anlatımıdır.

Peki hikaye nasıl tahlil edilir?

Görüşlerim şudur:

Hikayenin özeti: Kısa ipuçları yazılır.

Başlık:

- Hikaye adının (başlığı) anlam ve önemi ne?
- Hikaye başlığı, anlatılan konuya, yazılan metine uyuyor mu?

Zaman:

- Konu nasıl ve ne kadar bir zaman sürecinde kendini gösteriyor?
- Anlatılan konuda hangi tarihsel zaman geçiyor?

Çevre:

- Konu nerede geçiyor?
- Çevre nasıl tasvir ediliyor?
- Hikayede çevreyle ilgili özel bir tasvir ya da yorum yer alıyor mu?

Kişiler:

- Hikayenin ana kahramanı kim? Yan kişiler kim?
- Kişiler nasıl anlatılıyor? Yani karekteristik özellikleri: Yaş, görünüşleri, kendilerine ait belirli özellikler, tutum, bakışları v.s.
- Kişiler, yazar tarafından direkt tasvir ediliyorlar mı?
- Hikayede birbirine ”zıt” olan kişiler kim? Birbirleriyle ilişkileri nasıl?
- Hikaye anlatım sürecinde, kendini, tutumunu, değiştiren kişi kahramanları var mı? Neden? Niçin?
- Hikayede, olumlu ve olumsuz rol alan kişi grupları kimler: Kim, kimle ve ne için zıtlık içinde?

Anlatım Tekniği:

- Monolog / yanıtlar / direkt ya da indirekt konuşma, düşünceler.

Yazılan Metnin Tipi:

- Konusu olmayan yazılı metin
- Konusu olan metin
- Kişisel metin / psikolojik metin
- Bir çok tipi içinde barındıran metin

Kompozisyon:

- Yazılan metnin diziliş şekli
- Heyecan verici durumları, birden alevlenen, kızışan metin v.s.

Dil:

- Yüksek bir estetik dille yazılan hikaye ya da
- Normal dil, konuşma dili, düşük kompozisyon, kaba dil, dialekt dili (belirli bir bölgenin konuştuğu dil, lehçe), çocuk dili, mesleki dil..
- Sözcük seçimi: yabancı kelimeler, argo, klişe, olumlu sözcükler, olumsuz sözcükler, tarafsız sözcükler, birbirinin zıddı olan sözcükler.

Konu – Mesaj:

- Hikayede ele alınan sorun ve bu sorunların işlenişi
- Sorunlar, kişi adları zikredilmeden mi işleniyor?
- Metnin en önemli değer / değerler tasarımı ne?
- Bu değerler tasarımı metinde nasıl ele alınıyor ve işleniyor?
- Metnin mesajı ne?

Gönderen – Alan:

- Gönderen kim?
- Metin kimlere yazılmış? Alıcısı kim?



Kişisel Değerlendirme:

- Hikayede ele alınan sorunlar, verilmek istenen mesaj ne kadar uygun ve gerçekçi?
- Bunları sosyal yaşamda kullanabilir miyiz?
- Metnin anlatım dili bakımından kalitesi ne? Tasvir dili nasıl?


Benim ”Hikaye Tahlil Modelim” kısaca böyle. Amacım, bu modelle, hem öğrencilere hem de edebiyat öğretmenlerine, nebzecikte olsa, yardımcı olmaktır!

LİTERATÜR BİR DİLDİR




Faiz Cebiroğlu


Literatür, bir dildir. Literatür, yaşamın deneyi ve iletişimidir.

Edebi yazılar, kitaplar, dünyaya açılan bir kapı oluyor. Her kitabı elimize alıp açtığımızda, dünyaya bir kapı açılıyor; belki tanıdık olaylara, belki de bilinmeyen ya da yeni gelişmelerle dolu bir dünyaya girmiş oluyoruz.

Litaratür, bir buluşmadır; zamanla, başka kültürlerle, değişik yaşam tutkularıyla ve renkli renkli isanlarla dolu olan bir buluşmadır. Dünyaya açılan bir kapı olan literatür, bizi zenginleştiriyor, değiştiriyor ve geliştiriyor; bizleri yaşamın ustaları haline getiriyor. Bu bağlamda literatürün, her insan için temelli ve köklü bir önemi vardır.

Literatür, insanların yaşama ilişkin tepki yeteneklerini de geliştirir. 'Nasıl bir dünya ve nasıl bir yaşam' sorusuna tepkisiz kalmamamızı sağlar. Bizleri, güzel bir dünya ve güzel bir yaşamı savunmak için çağırır. Burada tepki, insanın bireysel, sosyal ve kültürel yeteneklerini geliştirme doğrultusunda canlı bir süreç oluyor. Bu canlı süreci ve tepkiyi yaratan, buna kaynaklık eden ve destekleyen, hiç kuşkusuz, kitaplar oluyor. Çeşit çeşit kitaplar aracılığıyla insanlar, kendi yaşamlarını sorguluyorlar. Yaşamlarına ilişkin ”olumlu” ya da ”olumsuz” tepki yeteneklerini de geliştiriyorlar.

Bu anlamda literatür, yazar ile okuyucu arasında süren uzun bir diyaloğun dili oluyor. Bu diyalogtan ortaya çıkan bazı noktalar vardır. Şudur:

Bir: Litaratür, hem içsel, hem de dışsal yaşamın resmidir.

İki: Dilimizi, hayal gücümüzü ve duygularımızı uyarır, teşvik eder.

Üç: Başka yer ve zamanları; bilinmeyen ve ”bambaşka” bir yaşamı bizlere yaşatır, bizlere bunun imkanını verir.

Dört: Değişik yer ve coğrafyadaki dikkatsizliklerle dolu yanlış eğitime işaret eder.

Beş: Bizleri ”konuşmaya”, düşüncelerimizi ”yüksek sesle” söylemeye teşvik eder. Yüreklendirir.

Bu anlamda literatür, bizleri ”canlı” kalmamızı sağlıyor. Canlılık, dünle bugün; bugünle yarın arasında sürüp giden bir süreçtir. Bu süreçte kimliğimiz şekilleniyor; 'ben kimim, nasılım' sorusuna yanıtlar bulunuyor. Literatür, bu canlı sürecin ifadesi ve felsefesidir. Zira bizlerin, dünyayı kavramasına ve anlamasına aracılık ediyor. Budur.

Literatür bir dildir; anlamlı bir yaşamı yaratmanın dili ve iletişimidir.

Yaşamımızı, sevda ve kavgamızı resmeden literatüre sahip çıkalım.

Ev ve okullarımızı bu kavgaya aracılık eden edebiyatla dolduralım!

YAZI YAZMA SANATI

Faiz CEBİROĞLU

Arapça’dan Türkçe'ye geçen ”edebiyat” sözcüğüne, Latince’de ”litteratura” deniyor. Türkçe’de de kullanılan ve benim de kullandığım literatür kelimesi, ”yazı yazma” anlamını ifade eder. Bu kelimeye denk düşen Türkçe sözcüğü, ”yazın” ”yazın sanatı”dır. Bu anlamda edebiyat, yazın, başlı başına bir sanat oluyor. Yazı yazma sanatı oluyor.

Literatür veya yazı yazma sanatı, kendi içinde birçok türlere ayrılmaktadır. Bazılarını şöyle sıralamak mümkün: Birincisi… düzyazı, şiir, koşuk, nazım, hikaye, roman v.b.

İkincisi… belirli bir devri, çağı, ulusu anlatan yazı ve eserlerin tümü.

Üçüncüsü… Hukuk, tıp, sözlükler, mektup çeşitleri v.b. alanlardaki yazın eserleri…

Yazın ve yazın eserleri diyoruz, ama yazın eserleri deyip geçmemek gerekiyor. Yazmak vardır; yazmak vardır. Herkes yazabilir, ama herkes ”yazı yazma sanatçısı” olamaz. Edebiyatın birçok dalında eserler vermiş, bazı yazarlara, yazı yazma sanatçılarına, bir baktığımızda, gerçekte onlar, tıpkı bir heykeltıraş, bir ressam, bir komponist güzelliği ile ürünlerini biz okuyuculara sunmaktadırlar. Ben de, böylesi güzel eserler üreten bu sanatçıları, nedense, hep heykeltıraşlara benzetmişimdir.

Nasıl mı?

Bilirsiniz, heykeltıraş heykeliyle uğraşır, yontar. Ama arada bir, yonttuğu heykelin karşısına, kenarına ve birçok yönüne bakar; perspektife bakar. Estetik biçime; uyumlu ve uyumsuz noktalara bakar, onları bulmaya çalışır. Tekrar yontar… tekrar bakar… ta yonttuğu heykeli "kabul” edinceye kadar bu böyle devam eder. Dikkat edilirse, burada, heykeltıraş, heykelini yontarken iki role giriyor: Bu hem üreten ve eserini yapan, hem de dışarıdan bir izleyici, bir eleştirmen gözüyle eserine bakan bir çifte roldür.

Yazı yazma sanatçıları da, tıpkı bir heykeltıraş gibi, yazılarını yazıyor, değiştiriyorlar ve tekrar yazıyorlar. Yazılan kompozisyon, bazen tekrar diziliyor, yeni cümleler ekleniyor… ve bir okuyucu gözüyle, bir eleştirmen gözü ile yazdıklarını tekrar okuyorlar, tekrar inşa ediyor ve en sonda, yazdıklarına ”geçerli not” veriyorlar. Yaptıkları hem insana, hem de yazma sanatına gösterilen sevgidir. Budur.

İnsan, her alanda yaptığı işi sevmelidir. Zira bu emek, bu uğraş, bu sevgi, hep biz insanlar içindir. Çünkü bizler, en güzeline layıkız, diyoruz.

Açıktır, güzel insan, her şeyin en güzeline layık olur.

Evet; yazmak vardır; yazmak vardır.

Kim bilir, belki de birçoğumuz, ilerde yazar olacaktır. Bu mümkündür. Ama çoğumuzun ”yazı yazma sanatçıları” olacağımızı söylemek, biraz güç. Zira yazı yazma sanatçısı olmak, aynı zamanda, derinlikleri görmenin yaratıcılığına sahip olmayı gerektiriyor. Bu, güzel olanla, güzel olmayanı ayırt edebilme yeterliliğidir. Bu, heykeltıraş misali, kendi sanatının ”belgin” bir bilgisine sahip olma yeterliliğidir. Bu, kendini de aşma yeterliliğidir. Birinci nokta budur.

İkincisi, yazı yazma sanatçısı olmak, aynı zamanda estetik’in sınırlarını aşmak demektir. Bu, hem bakışa, hem de içimize, duyularımıza hitap eden bir güzelliktir. Bu, içle dışın kenetlendiği ve bütünleştiği bir güzelliktir. Böylesi bir güzelliği, bir ressam, bir heykeltıraş, bir komponist gibi harmonileştirmek, yazmak ve tasvir etmek, hiç kuşkusuz, ”uzmanlık, deneyim zaman ve sabır” gerektiriyor. Sorumluluk gerektiriyor. Perspektif gerektiriyor. Derine inmeyi ve derinden bakmayı gerektiriyor.

Yazı yazmak, bir sanattır. Profesyonelliktir.

Ama üretilen sanat, sanat için üretilmiyor.

Sanat, toplum içindir.

Sanat ve yazı yazma sanatı, biz, güzel insanlar içindir!