”Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden umutluyum.Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden de mutluyum!”

24 Aralık 2010 Cuma

Birleşmiş Milletler ve Çocuklar




Faiz Cebiroğlu

faizce@hotmail.com


Çocuklar, bizim çocuklar, Ortadoğu’da, tüm dünyada tehdit altındadır!

Ortadoğu’da, Afrika, Latin Amerika ve dünyanın bir çok yerinde çocuklar, bizim çocuklar, yaşam / kalım savaşı vermekte; dünyanın bir çok yerinde milyonlarca çocuk,  savaş, işgal, açlık ve yoksulluk sınırlarının altında yaşamaktadır.

Çocuklar, bizim çocuklar tehdit altındadır!

Evet, yanlış okumadınız, milyonlarca çocuk yaşadığımız bu emperyalist dünyada her türden tehdit altında yaşıyor!

Çocuklar, bizim çocuklar tehdit altındadır: Savaş tehdidi. İşgal. Yeterince beslenememe. Hastalık…

Çocuklar, bizim çocuklar tehdit altındadır ama Birleşmiş Milletlere bakılırsa, dünya, çocuklar için, her taraf güllük / gülistanlık!

Birleşmiş Milletlere bakılırsa, çocukları korumak için gece / gündüz uğraşılıyor, uğraş veriliyor(!)
Verilen uğraş nerde, nerede?

Eyyy Birleşeşmiş Milletler, yıllardır ”çocukların haklarını koruyacağız!” nakaratını tekrarlamaktan bıkmadınız mı?

Sizlere soruyorum: Çocukların haklarını hangi tarihte, nasıl ve nerede korudunuz?

Eyyy Birleşmiş Milletler Cemaatı, çok gerilere gitmek istemiyorum, 1989’lardan başlayarak sizlere hatırlatarak soruyorum: ”Çocuklarımızı her türden tehlikeye karşı koruyacağız” vaazınız üzerinden 21 yıl geçmiş! Peki, nerede, nasıl, hangi bölgede çocuklarımızı korudunuz?

Çocuklara dair ve şu anki görünen tablo ”kurumunuz” adına içler acısıdır. Afrika’da durum, içler acısıdır. Filistin, Haiti, Filipinlerde.. çocukların yaşam durumları, içler acısıdır.

Bakın, Kürt çocukları, yıllardır hem fiziki, hem de psikolojik tehdit altında yaşamakta; Menekşe’lerimiz, Uğur Kaymaz’larımız… domdom kurşunlarıyla öldürülmektedir!

Eyyy Birleşşmiş Milletler Cemaatı; tüm bunlar açıkken, yıllardır ”çocukların haklarını koruyacağız!” nakaratını tekrarlamaktan bıkmadınız mı?

Ne korkunç bir tablo: 1990’dan bu yana 3,6 milyon insan emperyalist savaş koşullarında öldü, öldürüldü; ama bunların yarısından fazlasını çocuklar oluşturuyor!

Yalnız bu kadar mı, hayır. Dahası da var; son verilen istatistiklere göre dünyada 1 milyon çocuk, tehlike sınırları içinde yaşadığını gösteriyor. Bu şu demek oluyor; dünyada 6 çocuktan biri tehlike sınırlarının altında yaşıyor.

Peki, çocukları, çocuk haklarını korumak bu mu oluyor?

Yukardaki tablonun anafikri var. Şudur: Çocuklarımız, aslında, dünya cezaevi’nde acı, işkence, işgal v.b. duygularla yaşıyor, büyüyor.

Bu bağlamda, dünya cezaevi’nin adı: Emperyalizm ve buna bağlı ülkeler, oluyor.

Bu bağlamda, dünya cezaevi’nin markası: Ölüm, oluyor! Bu oluyor.

Elimize ulaşan sonuçlar var.

Elimize, emperyalist dünya cezaevi’nden gelen sonuçlar var, sarsıtıcıdır:

Bir: Dünyada 1 milyar çocuk, fiziki işkenceler dışında, onlara ”yetişkin” muamalesi yapılmakta ve onların çocuk olduğu / çocukluk devreleri aşamasında oldukları görmezden gelinmektedir!

İki: Dünyada 20 milyondan fazla çocuk, savaş, işgal ve başka siyasi / toplumsal nedenlerle ülkelerinden, yurtlarından, coğrafyalarından göç etmek, bırakmak zorunda barakılmıştır.

Üç: Dünyada 640 milyon çocuk evsiz, barksız yaşamakta, kalacak ilkel bir menzili dahi bulunmamaktadır.

Dört: Dünyada 500 milyon çocuk, en asgari yaşam koşullarının çok ama çok altında yaşamaktadır.

Beş: Dünyada 400 milyon çocuk temiz sudan yoksun olarak yaşamaktadır.

Altı: Dünyada her 6 çocuktan biri aç ve dünyada 90 milyon çocuk ölümle karşı karşıya olduğu gerçeği durmaktadır…

İşte, emperyalist dünya cezeevi’nin çocuklarla ilgili tablosu budur. Gerçekten insanlık adına utanç vericidir.

Bu, insanlık adına utanç verici, dünya çocuk cezaevi’ne karşı çıkmak, Aşık İhsani’nin dediği gibi: ”Türkiye’de (Dünyada) zindanlar var / Zindanları yıkmak gerek!..” söylemiyle taraf tutmaktan geçiyor.

Taraf tutuyor ve birlikte söylüyoruz:

”Şu dünyada zindanlar var / zindanları yıkmak lazım!”

Aşık İhsani’nin bu türküsel çağrısını rehber ediyor ve diyorum ki;

Çocuklarımızı korumadan, devrim yapamayız.

Çocuklarımızı korumadan, dünyamızı ”çocuk bahçesine” çeviremeyiz.

Çocuklarımızı savunuyoruz. Umutluyuz. Mutluyuz.

Çocuklarımıza inanıyoruz: Umutluyuz!

Çocuklarımıza inanıyoruz: Mutluyuz!

13 Temmuz 2010 Salı

Türkiye’de Okumak…

Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Ne acıdır; Türkiye’de okumak, kitap okumak, en asgari duruma düşmüş durumda. Ne hüzündür; İnternet, bizleri ”topyekûn” işgal etmiş durumda. Ne umutsuzluktur; buna ses çıkaran yok!. Ne düşündürücüdür; uğruna ölümlere kadar gidilen ”eğitim kavgamız”ihmal edilmiş durumda.

Bu konu üzerine durmak ve sürekli durmak gerekiyor, duruyorum ve tekrar güncele alıyorum; ihtimamdır. Geleceğin büyükleri olacak çocuklarımızı düşünüyorum; sorumluluktur. İhtimam ve sorumluluk, niteliksel bir değişimin sözcükleri oluyor. Ailesel / çocuksal devrimin teorik kavramları oluyor: Görünüştür!

Görünüş mü, teoridir. Teori mi, görmektir!

Görmek, geleceğin topyekûn ya da eylemsel yetkeli insanı yaratmak oluyor. Dönüşümdür.

Dönüşüm veya aynı anlama gelmek üzere devrim, eğitimden ve okumaktan geçiyor.

Üzerinde duruyoruz; çocuklarımızın okuması gerekir, diyoruz. Bizlerin desteği ile, çocuklarımız, çantalarını, evlerini, hatta ceplerini kitaplarla doldurması gerekir, diyoruz. Önemlidir.

Yaşadığımız bu cehaliye devresinde ya da tekeller düzeninde, çocuklarımızı yetiştirmek, onları okutmak, öğretmek ve okumaya özendirmek en önemli mücadele oluyor. Zorunluluktur.

Zorunluluk, bizlere düşüyor: Çocuklarımızı, bu zor tekeller Türkiye’sinde okumaya ”teşvik” etmeliyiz. Bu yeter mi, hayır! Burada zorunluluk başka bir determinizmi ya da olmazsa olmazı doğuruyor; Türkiye’de her okulun bir kütüphanesi, ”Okul Kütüphanesi” olması için öğretmenlerle el-ele tutuşarak, bunun kavgasını vermek gerekiyor.

Yeter mi, hayır! Türkiye’de verilen eğitime ek olarak, ”Okuma Kursları” açılması gerekiyor. Kaçınılmazdır.

Yaşadığımız bu cehaliye veya aynı anlama gelmek üzere tekeller Türkiye’sinde bunlar önemlidir. Birinci noktadır.

İkincisi, okumak bir süreçtir. Bu sürecin ana fikri; öğrencilerimiz, okumanın ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu kavramaları, demek, oluyor. Bu sürecin evrimi, okumaya hazırlık devresi yani; çocuğun kendini okumaya hazır olduğunu hissetme ile okuma sırasındaki durum. Birbirini tamamlayan bu süreçin sonucu: Eylemsel yetkeli çocuk yaratmak oluyor.

Üçüncü nokta, Kürdistan’da sürekli ihmal edilen Kürt çocuklarının eğitim durumu. Kürt çocukları, dünyada emsali bulunmayan bir durumla karşıyalar. Hâlâ anadillerinde okuma, yazma ve eğitim almaktan mahrumdurlar. Türkiye’nin yaratmış olduğu bu insanlık dışı duruma karşı çıkmak genelde tüm ilerici öğretmenlerin, özelde Kürt öğretmenlerinin işi ve görevi oluyor. Bu görevin çıkış noktası, Kürt çocukların anadilleri ile okuma, yazma ve eğitim almalarını sağlamaktır. Kolay mı, değil. Zorluk, şudur: Kürt çocukları topyekûn bir işgal altındadır. Böylesi çok yönlü işgal altında bulunan Kürt çocuklarını anadilleri ile, Kürt kimlikleri ile eğitmek ve desteklemek; onları eylemsel yetkeli bir Kürt çocuğu haline getirmek, devrimci olmanın olmazsa olmaz koşulu oluyor.

Evet, okumak, bir süreçtir, eylemsel bir süreçtir. Bu süreç, aile ve ilerici öğretmen dayanışması ile şekillenecektir.

Okumak, anlamak oluyor.

Anlamak, düşünmek, değiştirmek ve hepileri gitmek oluyor.

Bu, Anadolu’da ve her dilde “eğitim kavgamızı” her hâl ve şartta, tekrar, sürdürmek ve canlandırmak demek oluyor!

18 Nisan 2010 Pazar

Duyusal Bütünleşme…

Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Daha önceki yazılarımda vurgulamıştım: Türkiye’de çocuk ve çocukluk, her yönüyle ihmal edilmiştir. Türkiye’de ve Kürdistan’da çocuk, her yönüyle ihmal edilmiş ve işgal altına alınmıştır. Bu nedenle, Türkiye’de ve Kürdistan’da, ihmal edilen ve işgal edilen çocuk ve çocukluk devresi üzerine durmak, her zaman güncel ve vazgeçilmez bir görev oluyor. Bu yazı, bu perspektifle, ihmal edilen çocuğun duyusal bütünleşmesi ve önemi üzerinde bir yazıdır.

Yazıma şöyle başlıyorum: Çocuğu anlamak için, önce çocuğun nasıl bir toplumda geliştiğini bilmek gerekiyor. Burada iki soru var:

Bir: Çocuğun geliştiği toplum nasıl bir toplum?

İki: Çocuğun geliştiği toplumun insani bakış açısı nedir?

Çocuk ve çocuk gelişiminin anlaşılmasında anahtar sorular bunlardır.

Daha önceleri yazdım, tekrarlıyorum: Tekelci ve işgalci bir Türkiye’de çocuk, resmi otoriter eğitimin baskısı ve işgali altındadır.Böylesi bir toplum ve bu topluma hizmet eden bakış, tekelci ve işgalci sisteme hizmet eden bir bakış oluyor. Bu bakış açısından, zindancı, işkenceci ve çocuk katilleri doğuyor. Bu bakış açısının resmi ideolojisi, Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve diğer Anadolu halkları için zulüm oluyor.

Tekelci ve işgalci toplumun bu otoriter eğitimi ve çocuğu ”tabula rasa’dır”. Tabula rasa, üzerinde yazı yazılmamış ”kara tahtadır”. Kara tahtaya çevrilen çocuk, dışarıdan, yani tekelci ve işgalci sisteme hizmet veren öğretmenler tarafından doldurulacaktır.

İşte, pedagojik kavgamız böylesi bir topluma karşı, bu toplumun yarattığı otoriter eğitime karşı bir kavgadır.

Kavgamız duyuları çalınan çocuğun, duyularını kurtarma ve onları tekrar kendisine iade etme kavgasıdır. Tekelci ve işgalci bir Türkiye’de, pedagojik kavgamızın bir yönü bu oluyor.

Kavgamız, çocuklarımızı bu tekelci ve işgalci toplumdan, bu toplumun insani bakışından kurtarma kavgasıdır. Bu, çok yönlü ve zor bir kavgadır. Bu, özünde bir dönüşüm kavgasıdır. Bu son tahlilde bir devrim kavgasıdır. Pedagojik kavgamız, bunun içindir. Uğraşlarımız, yerelden, aileden başlamak üzere, ”aile devrimi” ile çocuklarımızı değiştirme, geliştirme ve dönüştürme kavgasıdır.

Böylesi bir yola hizmet eden katılımcı pedagojik eğitim süreci, gelecek aile devrimi için birlikte bilinçlenme süreci oluyor. Birlikte bilinçlenme, yarının katılımcı toplumunu kurmak ve bu toplumun yeni insanını yaratmak oluyor. Bu devrimci toplumun insanı, duyularını topyekün olarak geliştiren ve bütünleştiren insandır. Bu bağlamda, duyusal bütünleşme, birincil derecede önem kazanıyor. Bu anlamda duyusal bütünleşme, ”eylemsel yetkeli” insan oluyor. Eylemsel yetkeli insan, içinde bulunduğu koşulları ile dünya arasındaki bağıntıyı gören, anlayan ve değiştiren insan oluyor. Devrimci insan oluyor.

Duyusal gelişim, bu süreçte, çocuk gelişiminde, ilerici niteliksel sıçramalarda, önemli bir süreç oluyor. Dönüşüm oluyor.

Eylemsel yetkeli insanın duyusal gelişimi ve duyusal bütünleşmesi, içinde yaşadığı tekelci ve işgalci toplumdan kurtulmak mücadelesidir. Bu; Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halklarının tekelci ve işgalci sisteme karşı topyekûn mücadelesi demektir. Birliktelik demektir.

Bu çerçevede, duyusal bütünleşme, toplumu içten hissetme ve tanıma süreci oluyor; yaşadığı tekelci ve işgalci toplumun verdiği ve yarattığı, korku, acı, red, inkâr, asimilasyon sürecini tanıma ve buna karşı mücadele etme durumu oluyor.

Duyusal bütünleşme bu evrede, beyinsel bütünleşmedir. Beyinsel bütünleşme, insanın özdeğeri oluyor. Özdeğer, duyusal entegrasyonun, beyinsel olarak ta butünleşmesidir. Bu entegrasyon bütünlük, devrimci insanı yaratıyor.

Türkiye’de ve Kürdistan’da, her yönüyle ihmal edilen ve işgal edilen çocuğu kurtarmanın yolu bu süreçten geçiyor. Bu süreç tekelci ve işgalci bir Türkiye’den kurtuluş sürecidir. Bu süreç, aile devriminde, çocuğun kurtuluş süreci ve devrimi oluyor.

Pedagojik kavgamız bunun içindir.

Pedagojik kavgamız, ”ezilenlerin pedagojisini” ”umudun pedagojisi” haline çevirmek içindir.

6 Mart 2010 Cumartesi

DUYGULARA SAHİP ÇIKMAK!


"...İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar..."
Faiz Cebiroğlu


Duygular, önemlidir. Duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak çok önemlidir. Zira duygu / duygular “çekirdeğimizdir”; ve var oluşumuzun kalitesi oluyor. En zor koşullarda, işgal altında, duygularını ifade eden Kürt çocukları böylesi bir önemin bilincine varmışlar. Bastırılmış çocukluk, kimlik ve duyguları kurtarmak için bu bilinçle mücadele ediyorlar. Bu bilinçle, Türkiye’de “sömürge” kafalı aydın, eğitimci ve psikologlara insanlık dersi veriyorlar! Duygularına sahip çıkıyorlar. Önemlidir.

Duygular, önemlidir!

Duygulardan yoksun insan ya da duygularını hissetmeyen insan “taş insan” oluyor. Taş insan, taş insandır. İlkeldir. İnsanlar için zulümdür! Örnek olsun, Orta Asya’dan gelip, Kürdistan’ı, Anadolu’yu işgal eden Cengiz, Timur ve Moğol sürüleri, “taş insanlar” oluyor: Vahşiliktir!

Dünün vahşiliği, bugünde devam ediyor. Kemalist Cumhuriyet’in, Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürüleri, Kürt halkını hiç bir statüye tabi tutmayarak, onları tarihten silmek için uğraştı, uğraşıyor. Yıllardır insanlar, Kürdistan’da, fiziki ve ruhsal olarak “tutsak” altında tutuluyor. Burada küçük / büyük... hiç bir ayrım yapılmayarak, 7 – 10 yaşlarındaki işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına dahi bombalar atılıyor; üzerlerine panzerler sürülüyor.

Panzerler sürüluyor ama Kürt çocukları; “Panzerler üstümüze kalkar / Armut çiçeğindeyiz” diyor. Duygularına sahip çıkıyorlar. Kuşatılmış çocukluk ve kimlik ortamında, Armut çiçekleri, “çekirdeklerine” sahip çıkıyor.

İşgalin çocukları, Kürt çocukları,“kim olduklarını”, duygularda anlıyor; duygularda hem kendilerini, hem de başkalarını anlıyor.

Duygular, önemlidir. Böylesi zor koşullarda duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak önemlidir. Duyguların işgal altında tutulduğu bir ortamda ve yaşanan bunca zulüme karşı, Kürt çocukların kendi duygularını tanıması ve bunları işgal meydanında Kemalist işgalcilerine karşı “sergilemesi” çok önemlidir! Yaratılan korku ortamında “öfkelerini” dile getiriyorlar. Yaratılan korku ortamında, “coşku” ve “umutlarını” sergiliyorlar.

Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürülerinin işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına saldırmaları bundandır.

Peki nereye kadar?

Baskı, zulüm ve işgal bir halkı susturmaya yeter mi?

Anlaşılan, son Kürdistan sahasında yaşanan ve Kürt çocuklarının başlatmış olduğu “intifada”, Kemalist işgalcilere korkular yaşatıyor.

Ama korkunun ecele faydası yok.

İşgalin çocukları, Kürt çocukları duygularına sahip çıkıyor. İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar.

Kürdistan’da duygulara sahip çıkmak bu oluyor. Budur.

13 Şubat 2010 Cumartesi

ÇOCUKLUK İŞGAL ALTINDADIR!


"Resim: Serpil Odabaşı"

“Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak...Burada herşey yasak. Burada herşey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.”
Faiz Cebiroğlu

Türkiye’de çocuk olmak, zordur. Türkiye’de Kürt çocuğu olmak, daha da zordur. Zorluk, ikidir: Birincisi, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zorluk. İkincisi, hem otoriter eğitimin, hem de ”Kürt” olmanın verdiği zorluk. Bu, çifte zorluk oluyor. Çifte zorluk, birleşiyor, tekleşiyor. Tekleşen bu zorluk, çocuklar için zulüm oluyor. Tekleşen bu zorluk, çocuklar için işkence, hapis ve ölüm oluyor.

Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak...Burada herşey yasak. Burada herşey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.

Burada çocukluk, işgal altındadır.

Burada duygular, işgal altındadır.

Burada kimlik, işgal altındadır.

İşte böylesi bir sistem ve ortamda, daha 7 – 10 yaşlarındaki “işgalin çocukları”, polis panzerleri altında eziliyor. Diline, kimliğine, duygu ve öz-değerlerine sahip çıkmaya çalışan “işgalinin çocuklarına” gaz bombaları atılıyor, kafalarına, öldürülesiye, dipçiklerle vuruluyor.

Bu zulümdür. Türkiye’de çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak, büyük bir zulümdür.

Türkiye’de çocuklara yapılan budur. Türkiye’deki “tek resmi dil, tek resmi ideolojinin” eğitimi ve bu eğitimin yarattığı ”terbiye”, budur. Zulümdür.

Zira burada, otoriter eğitim altında, çocuk sevgisi olmaz. Yoktur.

Burada hem otoriter eğitimden, hem de varlığı inkâr edilen bir halkın, Kürt halkının çocuğu olmak, zordur. Zulümdür.

Zaten genelde otoriter eğitim ve bunun yarattığı “terbiye", çocuğu daha baştan ”sosyal olmayan” bir varlık olarak kabûl eder. Bu şu demek oluyor: ”Sosyal” olmayan çocuk, sosyal olması için, ”otorite” sahibi olan kişilerin sözlerini dinlemesi gerekiyor. Bu norma karşı çıkmak, zulüm demektir: Ailede anne - baba dayağı, ilkokullarda başlayan öğretmen dayağı, karakollarda polis dayağı, jandarma dayağı, evde, sokakta, tarlada açık infaz, linç demektir.

Otoriter eğitimde çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak, zordur. Zulümdür.

İşte böylesi bir sistemde Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni ve diğer Anadolulu çocuklar, işkence görüyor. Böylesi bir eğitim sisteminde onlara hapis cezaları veriliyor. Böylesi bir sistemde çocuklar ölüyor / öldürülüyor.

Bu hem otoriter eğitimin, hem de başka halkarı inkâr etmenin yarattığı bakış açısıdır. Yıllardır, “tek dil” ve “tek resmi ideoloji” ile beslenen bu yanlış bakış açısı, çocuklar için zulüm oluyor. Bu bakış açısıyla, çocuklarımız dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor; onlara onlarca yıl hapis cezaları veriliyor... Bir düşünün, böylesi bir bakış açısını desteklemek için Türkiye’de, atasözleri dahi icat edildi, ediliyor: “Ağaç yaşken eğilir.”, ”Çocuğunu dövmeğen, dizini döver” gibi.

Açıktır; böylesi otoriter eğitim sisteminden, Türkiye’de, çoğu zaman, "işkenceciler" yetişiyor. Bu çocuk bakış açısından, zulüm ve acımasız ”insanlar” çıkıyor.

Böylesi bir eğitim sisteminden, Kenan Evren gibi faşistler çıkıyor: ”Bu çocukları asmayıp, besleyecek miyiz?” deyip, 17 yaşında çocuk Erdal Eren’i idam eden, Kenan Evren tipi faşist ve çocuk katilleri çıkıyor.

Böylesi eğitim sisteminden, “çocukta olsa, icabına bakarız” diyen ve şu an Başbakan olan Receb Tayyip gibi insanlar çıkıyor. Böylesi eğitim sisteminden, Cizre’de 10 yaşındaki Şükrü Bağan’ın kafasına gaz bombası atan; 16 yaşındaki Yahya Menekşe’yi panzerle ezen; 14 yaşındaki Seyfi Turan’ı acımasızca dibçikle vuracak kadar “vahşileşen insan” tipleri çıkıyor...

Bu tesadüfi değildir. Bu, ne yazık ki, “tek resmi dil, tek ideolojiyle” beslenen Türk otoriter eğitim sisteminin bir sonucudur. Ve ne yazık ki, bu sistem ve gelenek devam ediyor. İşte, dünden bugünlere uzanan bu gelenekle, çocukluk devresi işgal altında tutuluyor. Bu gelenekle, duygular ve insan kimliği işgal altında tutuluyor. Buradan hareketle çocuklara fiziki ve psikolojik cezalar veriliyor.

Peki böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, insanlara - hele hele çocuklara - ”hoşgörü” ile bakmaları beklenir mi?

Böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, Kürt çocuklarına sevgiyle yaklaşmaları beklenir mi?

Elbette hayır!

Açıktır, Türkiye’de çocuklara uygulanan zulüm, buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de, Kürt çocuklarına uygulanan bu çifte zulüm, buradan kaynaklanmaktadır.

Tüm bunlar Türkiye’de var olan yanlış eğitimin ve sistemin sonucudur…

Artık, yaşadığımız bu çağda, çocukluk için, insanlık için son derece utanc verici olan bu işgalci eğitime son verilmelidir.

Zamanı gelmiştir; artık, Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halkları, anadillerinde duygularını ifade etmeli; eğitim / öğretimini yapabilmeli ve özgürce kimliğini yükseltmelidir, diyoruz.

Bu yazının “ilk sonuçları” oluyor. İlk sonuç, gelecek için ilk adım demektir.

Artık, gecikmeden ve korkmadan böylesi ilk adımları atmak, hem insana saygı duymanın, hem de insan olamanın ilk tanımı oluyor…

Yetti artık! Türkiye’de çocuk olmak, zor olmamalıdır.

Yetti artık! Türkiye’de, Kürdistan’da Kürt çocuğu olmak, zulüm ve ölüm olmamalıdır.

21 Ocak 2010 Perşembe

Orta Çağ Bakanlığı

Faiz Cebiroğlu

Konuya direkt giriyorum. Türkiye’de hukuk, hukuktan yoksundur. Ayrımcıdır.

Türkiye’de hukuk, ”Kürt Sorunu” olduğu zaman, hukuktan tam yoksun, ayrımcı ve ırkçıdır.

87 yıllık ”T.C” süreci bunun en açık bir örneğidir: Kürdistan’ın ilhakı ve ortadan kaldırılma çabaları, Dersim katliamı, Hatay’ın ilhakı, Kıbrıs’ın işgali... hukuk olmayan hukukun bir parçasıdır. Elbette ırkçılık, yalnızca hukukta değil, toplumun her alanında, altyapı ve üstyapı kurumlarında en ilkelce sürdürülmüştür. Kemalizmle beslenen bu ”insani olmayan, insani bakış” açısı, ne utanç verici, hâlâ devam ediyor. Ne yazık, bu resmi ideoloji Türkiye’yi ”Orta Çağ” dönemine sürüklüyor.

Adalet Bakanlığı’nın; ”Öcalan, yazarlık yapamaz!” demeci bunun bir küçük örneğidir. Adaletsiz Adelet Bakanlığı, Abdullah Öcalan’ın fikirlerine ve söylediklerine bakmadan, onun şahsında, Türkiye’de, Orta Doğu’da kilit sorun olan ”Kürt Sorunu” ve çözümüne ilişkin her düşünceyi kemalist önyargı ile yasaklamak istiyor, bu yasaklamayı, Türkiye sınırları dışına taşıyacak kadar küstahlaşıyor!

Bu yöntem ve davranış, Orta Çağ zihniyetidir.

Bu yöntem ve davranışa hizmet eden ”Adalet Bakanlığı”, Orta Çağ bakanlığıdır. İlkelliktir.

Gerçekten Türkiye’deki Adalet Bakanlığı ”adaleti olmayan” Orta Çağ bakanlığı gibidir. Bu bakanlık, düşünen, yazan, çizen… tüm yaratıcı insanlara karşı oluşturulmuş bir bakanlık gibidir. Bu bakanlık, Anadolu halklarını ve düşünen insanını uzun Orta Çağ dönemine sürüklemek isyen bir bakanlıktır. Bu bakanlık, ”Öcalan, yazarlık yapamaz!” diyecek kadar ”Adaletsiz” bir bakanlıktır.

Bu ”adeletsiz bakanlık”; Abdullah Öcalan’ın, İtalya’nın ”Il Manifesto” gazetesinde bir yazısının çıkması ve bu gazetenin yazarı olacağı haberi üzerine, tıpkı Orta Çağ zihniyeti ile; ”Abdullah Öcalan, terör suçlarından hükümlü olduğu için gazete yazarlığı yapmasının imkânı bulunmuyor.” şeklinde bir açıklama yapacak kadar ilkel bir bakanlıktır.

Soruyorum: Yaşadığımız bu çağda, dünyanın hangi yerinde böylesi bir adaletsiz bakanlık vardır?

Bildiğim şudur: İster ”terör”, isterse ”idam” hükümlüsü olsun, hiçbir insanın yazı yazmasına, görüşlerini bildirmesine yasak konulamaz. Yaşadığımız bu çağda insanın görüşlerini yasaklayacak bir yasa maddesi yok. Olamaz. Olsa, olsa bu, Orta Çağ’a özgü bir madde olur.

Ama ne utanc verici bir durum, Adaletsiz Adalet Bakanlığı’ “suç” olmayan Abdullah Öcalan’ın görüşlerine ve yazarlık hakkına “yasak” koyacak kadar “adeletsiz” bir bakanlık olduğunu gösteriyor.

Adaletsiz Adalet Bakanlığı, Türkiye’deki tüm üstyapı kurum ve temsilcileri, bunu bildikleri için, iki de bir düşünceye ve düşünce sahiplerine yasaklar getiriyor. İflas eden ve ülkeyi ”Orta Çağ” dönemine sürükleyen kemalizmi kurtarmaya çalışıyorlar. Ama tüm bu çabalar boşunadır.

Türkiye, eşiktedir.

Türkiye, dönüşüm eşiğindedir!

faizce@hotmail.com

12 Ocak 2010 Salı

Kültür, Eylemde Gelişiyor


Faiz Cebiroğlu

Kültür, eylemde gelişiyor. Doğayı işleyip, kültürleştiriyoruz. İnsanın doğasını işleyip, kültürleştiriyoruz. Doğayı ve insanın doğasını işleyip kültürleştiriyor ve böylece, eylemsel yetkeli kültürel insanı yaratıyoruz. Kavgamızın önemli yanı budur. Kültürel zekâlı insan yaratmak içindir. Bu bir süreçtir. Evrimsel bir süreçtir.

Kültür, kültürel zekâ, kültürel zekâlı insan bir süreçtir. Bu, dünün bugüne, bugünün yarınlara bağlanma ve ulaştırma sürecidir.

Bu sürec, aynı zamanda komplekslidir. Bu kompleksli süreçte insanlar sürekli yaratır, yaratıyor; üretiyor, gelişiyor ve geliştiriyor. Bu bağlamda kültür, canlı, dinamiksel bir süreç oluyor. Bu sürecin insanı, eylemsel yetkeli insandır. Bu sürecin kültürü, eylem kültürüdür. Eylem geniş anlamda insanların tüm yarattıkları ve yaratacakları devrimci değerler oluyor. Bu toplumsal yaşamın her alanında yaratılan değerler ve devrimci kültür oluyor.

Kültür, eylemde yaratılıyor. Eylemde kültürü yaratan insan, eylemsel yetkeli insan oluyor. Eylemsel yetkeli insan, hem açıklayıcı hem de kompleksli kültürel değerlere tarihsel imza atıyor.

Bu şu demek oluyor: Bugün Ortadoğu’da eylemsel yetkeli insan, Kürt insanıdır. Tüm asimilasyoncu tutumlara karşı, kültürlerini geliştiren ve yayan yine Kürtler oluyor.

Bu, bir tesadüf değildir.

Tesadüf değildir, zira kültür eylemde kültür oluyor, işleniyor ve kültür oluyor.

Toplumsal yaşamın her alanında bu böyle oluyor. Böyle işliyor.

Eylemseli yetkeli Kürt, tüm baryerlere karşı kendi kültürünü yaşatıyor, yaratıyor ve bunu gelecek kuşaklara aktarıyor.

Bu, tesedüf değildir.

Kültür, eylemde yaratılıyor ve kültür oluyor.

Eylemsel yetkeli insan bu süreçten çıkıyor; kültürel zekâlı insan oluyor.

Bugün Ortadoğu’da eylemsel yetkeli ve kültürel zekâlı insan Kürt insanıdır. Tüm sömürgeci baskılara, haksızlıklara, ihanetlere rağmen, kültürünü ve kendini geliştiren Kürt halkı ve insanı oluyor.

Bu, tesadüf değildir; kültür, eylemde kültür oluyor. Eylemsel kültür, eylemsel yetkeli insanı yaratıyor. Örnek olsun:

Politikada erkek – kadın eşitliğinde Kürt siyasetçi kadınlar çok öndeler.

Edebiyatta, en önde olan ve sürekli yaratan Kürt yazar ve çizerler oluyor.

Müzikte, yine Kürtler öndeler.

Kültür, eylemde kültür oluyor.

İnsan, kendi doğasını işleyip, insan oluyor.

Eylemde kültürlerini geliştiren Kürtler, kültürün iki yönünü tarif ediyorlar:

Bir: Kültür; hem açıklayıcı, hem de kompleksli yanını tarif ediyorlar: Kültür, tarihsel olarak tüm yaratılan fikirler, değerler ve normlar oluyor.

İki: Kompleksli kültür olarak; yerel ve genişsel çerçevede süren, paylaşılan tüm kazanım, bilim, haberdarlık ve karşılıklıkı olarak yaratılan değerler.

Bu şu oluyor:

Kültür, insanda bulunur.

Kültür, başka insanlarla birlikte vardır.

Bu şu oluyor: Kültür, karşılıklı bir süreç olarak, eylemsel yetkelidir.

Eylemsel yetkeli olmayan insan, kültürel yozlaşlamaya uğruyor.

Kültürel yozlaşmaya uğrayan insan, insan değil, insancık oluyor.

Amacımız, kültürel insanı yaratmak içindir. Amacımız, kendi doğasını işleyip verimli hale getiren insanı yaratmak içindir.

Kürtler örnektir; eytlemsel yetkede hem kütürlerini, hem de kültürel insanını yaratıyorlar.

Bu şu oluyor: Kültür, eylemde kültür oluyor.

Bu şu oluyor: İnsan, eylemde insan oluyor.

Bu şu oluyor: Ortadoğu’da en eylemsel yetkeli insan, Kürt insanı oluyor.

Kültürü, eylemde kültür yapıyoruz.

Şu anki çerçevede, eylemsel yetkede kültürleşen, kültürel zekâlı insan, Kürt insanı, en devrimci insan oluyor.

4 Ocak 2010 Pazartesi

HABİTUS

Faiz Cebiroğlu
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu ( 1930 – 2002) insanların eylemlerini, davranış ve hareketlerini açıklamak için ”habitus” kavramını kullanır. Latince kökenli habitus, değerlerimiz, alışkanlıklarımız, gelenek, tutum, davranış ve duruşlarımız oluyor. Habitus, Kürt halkının mücadelesini anlamak ve kavramak için önemli bir kavram olduğunu düşünüyorum.

Bu alanda, ilerde, çalışma yapacak Kürt, Türk yazar ve araştırmacılara, hızlı bir şekilde, bazı ipuçlarını veriyorum.

Bourdieu’nun, sosyolojik alanda kullandığı kavramlar adeta iç – içe geçmiş durumdadır: Habitus, Alan, Kapital ve Sempolik şiddet.

Alan, farklı pozisyonlar arasındaki nesnel ilişkiler ve bu ilişkiler arasındaki güç mücadelesi.

Kapital, değerler ve var olan imkânlar oluyor. Bourdieu, kapitali üç temel forma ayırıyor: Kültürel kapital, ekonomik kapital ve sosyal kapitaldir.

Sembolik şiddet, Bourdieu’ da kilit kavramdır. Kötü iletişim, ortak dilin olmaması, gurupların kendini ifade edememe ya ifade etmelerine yer vermeme…çoğu zaman ”sembolik şiddeti” yaratıyor…

Tüm bu kavramlar, habitus doğrultusunda, Kürt tarihi mücedelesinde yer alan olumlu ve olumsuzun tahlil edilmesi; tarihsel olarak geçerli olanla, geçersiz olanın açığa çıkarılması; doğrularla yanlışların ayırt edilmesi için önemlidir, diyorum.

Bir düşünün; Kürtler, 1920’lerde bölünmüş ve paylaşılmıştır: 1.Dünya savaşında bölgenin emperyal güçlerinin (İngiltere ve Fransa) yarattığı bölünme, paylaşım; daha sonraları dört ülke tarafından ( İran, Irak, Suriye ve Türkiye) yapılan ikinci bir bölünme ve paylaşım vardır. Açık ki, bölünme, parçalanma, Kürt insanını topyekûn olarak etkilemiş; Kürt insanı üzerinde fiziksel, ruhsal ve her alanda ağır etkileri olmuştur. Bu duruma nasıl gelindi? Kürtler bu yazgıyı neden bir türlü değiştiremiyorlar? Nufusu 35 – 40 milyona varan Kürtler, neden ve nasıl, hâlâ, bölündükleri ülkelerde kurban oluyor? Neden kendi devletlerini kuramıyorlar? Bu durumu yaratan sorunlar – koşullar ( ekonomik, politik, sosyal ilişkiler…) nedir? Tüm bu soruların yanıtlarını aramak ve bulmak, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun geliştirdiği ”habitus” ve diğer kavramlardan yararlanmak gerekiyor.

Kavramlar önemlidir. Kavramların taşıdığı fikirler vardır. Önemlidir.

Habitus kavramı ve diğer kavramların bağrında taşıdığı bir siyaset, bir psikoloji, bir felsefe vardır. Bu bağlamda habitus, objektif koşulların yarattığı, eğittiği ve geliştirdiği bilinçli sübjektif insanı bulmak için önemlidir. Habitus bu anlamda, ezilen insanın ezenlere karşı bir tepki, bir duruş ve görünüş olduğu için, önemlidir.

Kavramlar önemlidir, tarihseldir. Bu tarihsel kavramların, kazançları ve zenginlikleri vardır. Habitus kavramı ışığında bunları şöyle sıralamak mümkün:

Bir: Kültürel farkındalık.

İki: Bölgesel ve Enternasyonel alanda olmak.

Üç: Dünyasal kültürsel iletişimi kurmak ve geliştirmek.

Bu üçsel boyut, habitus kavramı çerçevesinde, fiziksel ve ruhsal olarak bütünleşmenin önemini gösteriyor. Bu bütünleşme ”kültürel zekâlı” insanı ve yaşam tarzını yaratıyor.

Hiç kuşkusuz, kültürel zekâ bir süreçtir, kültürel zekâlı insan da bu sürecin ürünüdür. Sürecin zincir halkaları var: Geçmiş durumşimdiki durum ve gelecek durum. Bu durumun ve sürecin olumlu ve olumsuz yönleri vardır:

Geçmiş durum; daha önceleri elde edilen deneyimler, başarılar, hayal kırıklıkları ve yarı yolda bırakma, ihanetler.

Şimdiki durum; gelinen aşama, kendine güven, özdeğer, kendini anlama, doğrusal / eylemsel stratejiler bulma.

Gelecek duruma dair; geleceği kurma hülyası ve beklentisi, umut, direniş…

İşte kültürel zekâ bu süreçte şekilleniyor ve kimlik oluyor.

Habitus ve kültürel zekâ, nesnel koşulların yarattığı, kendini geliştirdiği ve bilinçlendirdiği insandır. Burada nesnel, öznelle birleşiyor, birliktelik, ”sübjektif” insanı yaratıyor. Bu sürecin öznel insanı, ”bilinçli insan” oluyor.

Habitus, ben kimim? Neyim? Sorularına verilen yanıttır; kimliktir.

Habitus, Kürtler ve tüm ezilenler için kimliklerini bulma ve geliştirme tarzı oluyor.

Bu kimliksel mücadele süreci, beraberinde ”kültürel kapitalı” doğuruyor! ”Kültürel kapital” dünden bugünlere doğru uzanan, tüm deneyim ve imkânlarımızdır! Bu imkânlardan, bizleri dört parçaya bölenlere karşı, habitus kavramında kendimizi sorguluyor ve cevaplar bulmaya çalışıyoruz.

Habitus, özgürlüğe giden yolda, tüm davranış ve hareketlerimiz oluyor. Tüm gelenek ve göreneklerimiz, alışkanlıklarımız, tutum ve duruşlarımız, oluyor.

Habitus, kendi kaderini kendisi çizmek isteyen ezilen insanın tepkisidir.

Habitus, ”eylemsel yetkeli” insan olmak demektir.