”Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden umutluyum.Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden de mutluyum!”

12 Kasım 2013 Salı

Bana bir hikâye anlat!





Faiz Cebiroğlu

Herkesin anlatmak istediği bir hikâyesi vardır. Herkes, bulunduğu ve yaşadığı durumlara ilişkin hikâyesini anlatmak ister. Çocukların da hikâyesi vardır. Çocuklar da hikâyelerini anlatmak ister. Çocuklar da,  hikâyeleri sever. Çocuklar da, hikâye anlatmayı çok sever. Çocukların düş gücü harekete, çalışmaya başlar başlamaz, heyecan dolu bir dünyaya girerler. Çocukların bu hayal dünyalarında her şey vardır. Çocukların bu hayal dünyalarında,  iyiler ile kötülerin; güzel ile çirkinin iç resmi vardır.  Çocuklar böylesi anlatımlarda çocuk oluyor. Çocuklar, böylesi anlatımlarda büyüyor, kimlik oluyor. Kültür kimliği oluyor.

Çocuk, anlatılarda çocuk oluyor; çocuk, hikâyelerde büyüyor. Çocuk için, fantazi, kurgu ve yaratıcılık, anlatımlarda temel element oluyor. Bu bağlamda, ”bana bir hikâye anlat”,  pedagojide, dil için, kimlik için olmazsa olmaz bir prensip oluyor.

Hikâyeler, önemlidir. Çocuk hikâyeleri  çok önemlidir.

Pratikten çıkan deneyim ve örnekler vardır: Çocuk hikâyeleri ya da anlatımları; hikâyedeki resmi, olduğu gibi, dışa vurmaktır. Hikâyeler, genellikle sözlü ve  resimlidir; hikâye, anlatımın iç-resmini dışa vurmaktır. Herkes için ve çocuklar için de hikâye budur. Hikäye, kelimelerle,  içsel resimler yaratmak ve iletmek demektir. Bu, herkes için, çocuklar için, anlatım sevinci oluyor. Kültür oluyor.

Kelime, hikâyelerdeki iç- resim, ses ve vücut dili, çocukların iç dünyasının dışa vuruşu oluyor. Bu vuruşlarda, sorunların üzerine gitmek vardır. Bu vuruşlarda, araştırma ve ihtilafların çözümü için tahliller vardır. Önemlidir.

Hikâye, anyı zamanda, anlatım sevincidir. Fantazi ve hikâyedeki iç-resim, anlatımın bir başka yönüne  işaret ediiyor. Çocuk, dilsel olarak ta bu anlatımlarda  çocuk oluyor. Anlatımla yapılanma, topyekûn büyüme, bu olsa gerek, diye düşünüyorum. Bana bir hikâye anlat, bu anlamda, dil için, pedagoji için, ihmal edilmemesi gereken bir prensip oluyor, diyorum. Not ediyorum…

Doğru, internet dünyasıyla birlikte, Türkiye’de ve tüm dünyada,  başlayan okuma ve anlatım düşüşü vardır. Bu bilinçle, buna dikkat çekmek, eğitim merkezlerinde, hikâye ve anlatım düşüşün,  insan gelişimi için, kültür için büyük bir kayıp olduğunu sürekli tekrarlamak, en büyük sorumluluk ta oluyor.

Bu bağlamda, ”Bana bir hikâye anlat”gibi kampanyalarla, okullarda ve değişik atölyelerde, hikâye anlatımını teşvik etmek; anlatılan hikâyeleri, iletişim araçları ile başkalarına ulaştırmak ve bunları kuşaktan kuşağa aktarmak, dil için, kültür için, çocuk kültürü için, kimlik için olmazsa olmaz bir görev olduğunu, hep tekrarlamak gerekiyor.

Hikâye anlatım yerleri değişiktir. Değişik eğitim merkezleri vardır. Okuma ve anlatma atölyeleri vardır. Hepsi önemlidir. Son yıllarda, çocuklar üzerinde yaptığım araştırmalarda, çocuk anlatımları, hikâyeler, genellikle drama ve oyun gibi aktivitelerde anlam kazanıyor. Özellikle ”rol oyunları” hikâye anlatımı üzerinde inşaa ediliyor. Böylesi ”rol oyunlarından” kalkarak, her alanda, hikâye anlatım projeleri yapmak ta mümkündür.

Evet…Çocuk, anlatımlarda, diline, kültürüne ve kimliğine sahip çıkıyor. Çocuk, anlatımlarda büyüyor. Dil, kelime hazinesi, kavram, fantazi…hepsi anlatımlarda gelişiyor. Anlatımlarda gelişen sözlü dil, yazılı dil için de merkezi bir öneme sahip  oluyor.

Hikâyelerde, yalnızca sözlü ve yazılı dil değil, anlatılarda, sosyal yetenek, öz-güven ve öz-değer de gelişiyor.

Hikâye, anlatım… ilerde,  dünyamızı kelimelerle fethedecek çocuklar için de en büyük bir projedir.

Projemizin sloganı açıktır: Bana bir hikäye anlat!..

8 Kasım 2013 Cuma

Değerler…


Faiz Cebiroğlu

Değerlerden bahsediyoruz. Olumlu değerlerden söz ediyoruz. Bizleri ileri,  daha ileri götüren değerlerden söz ediyoruz. Pedagojimizin olmazsa olmaz yönü budur ve  bu olmalıdır: Değerlerdir. Pozitif değerlerdir.

Biliniyor, toplumsal yaşam karmaşık ve çok yönlüdür. Değerler de,  toplumsal yaşamın değişik cephelerinde kendini gösteriyor. Bu cephelerde anlam ve önem kazanıyor… Politikaya dair değerler; devlet – demokrasi, örgüt ve örgütsel yapılar. Toplumsal yapı çerçevesinde, iş ve iş bölümü, aile içindeki değerler: çocuk yaşamı ve yetişme tarzı. Dünden bugüne, bugünlerden yarınlara aktarılacak değerler. Pedagog olmak, bu perspektiften yola çıkmak oluyor. Bu yoldaki, perspektifimiz, olumlu ya da olumsuz değerleri ortadan görmek oluyor.

Pedagojinin teorisi de budur: Görmektir! Yanlış ile doğruyu görmektir. Bu da bir ahklaktır. Ahlak, pedagojide en önemli değer oluyor. Pedagojide ahlak, iyi olan nedir? Kötü olan nedir? Sorularına verilen cevap oluyor.

” Birbirimize destek vermek ve dayanışmada bulunmak, çok değerlidir!”

” Çocuklarımızı, sevgiyle, ihtimamla gelecek için yetiştirmek, çok değerlidir!”

Bu ve buna benzer pozitif değerler, birey için, toplum için ya da ideal olan toplum için önemli, pozitif değerler  oluyor.

Değerler vardır, değerler vardır. Negatif olan ve atmamız gereken değerler vardır. Pozitif olan ve sahip olmamız gereken değerler vardır. Pozitif değerler, yani bizleri ileri daha ileriye götüren değerler… bunları bir pedagog olarak, somut olarak, realize etmek istediğimiz değerlerdir.

Pedagojimizin eğitim merkezlerinde değerlerimiz çoktur, bazıları:

Demokrasi, ahlak, bilgi, sevgi, öz-duygu ve öz-güven, sorumluluk, empati, açıklık, hoşgörü, dayanışma, ortaklık, eşitlik, özgürlük, estetik,  doğruluk, güven, aşk…

Bu değerler, bu pozitif değerler, pedagoji eğitimin olmazsa olmaz normları oluyor. Bizler, bunları, yaşadığımız alanlarda herkese ve özellikle çocuklarımıza,  ulaştırmakla yükümlüyüz.

Bu, pedagojik anlamda, bir ahlaksal duruştur. Değerlerimiz bu bağlamda, iyiler ile kötülerin ayrışması oluyor.

İyi olan ne? Kötü olan ne? Bu sorunun cevabı, değerlerde anlam kazanıyor.

Buraya kadar bir nokta açıktır: Değerler, normlar… davranışımızla iç-içe geçmiştir.

Bu perspektiften bakarak; öğle bir zaman gelir ki, bazı değerler kaybolur, erir, gider. Böylesi zamanlarda ve ortamda temel olan,  pozitif değerlerimize sahip çıkmak ve bunun kavgasını  her alanda ve şartta yapmak , savunmaktır.

Pozitif değerlerimiz neden ve niçin yok oluyor? Kimler yok ediyor?

Böylesi basit sorulardan kalkarak, bizleri, ”ileri,  daha ileriye” götürecek değerlere sahip çıkmak ve bunun kavgasını vermek te mümkündür…

Değerler, hem pedagog olarak, hem de birey olarak davranışlarımızın bir aynası oluyor. 

Toplumda,  bir değer olarak,  neyim? Birey olarak, kimim?

Pedagoji, bu sorulara verilen yanıttır. Pedagoji, bu anlamda, değerlerin bilimidir.

Pedagoji, değer, norm ve davranış: eylemsel yetkeli, ahlaklı insanı yaratmak demektir.

Padagoji kavgamız, değerlerle yüklü, zengin bir insanı yaratmak içindir.

Ezilenlerin pedagojisi ve değeri de budur!

19 Ekim 2013 Cumartesi

Kürtçe, pazarlık konusu yapılamaz!

Faiz Cebiroğlu

Dil, bir insan hakkıdır. Kürtçe, Kürtlerin hakkıdır. Dil, pazarlık konusu yapılamaz. Kürtçe, pazarlık konusu yapılamaz. Türkçeden çok zengin olan Kürtçeyi pazarlık konusu yapmak ve buna alet olmak hem insan haklarına, hem de Kürtlere hakarettir. Kürt yazarlar, aydınlar, pedagoglar ve bu alanda ilgilenen  siyasetçiler ve diğer uzmanlar, bunca kavgadan ve mücadeleden sonra, hâlâ, Kürtçe, “seçmeli ders olsun mu, olmasın mı?” gibi ikilemlerde durması ilginçtir!

Kürtler için, “seçmeli dil” ya da “ecnebi dil” olması gereken, gerçekte, Türkçedir. Bu alanda uğraş veren dostlarımız bunu yüksek sesle dile getirmemeleri gerçekten ilginçtir!

Yurt-dışında, Avrupa ve Kuzey-Avrupa’da onlarca Kürt pedagogla tanıştım. Onlarla,  Kürtçenin ve Kürt çocuğun yeniden yapılanması üzerine tartışmalarımız olmuştur. Hepsi Kürtçenin gelişmesinden yana, hepsi Kürt çocuğun pedagojik yapılanmasından yanadır. Bu dostlarımız, artık, Kürdistan sahasında kendilerini somut olarak göstermeleri gerekiyor. Kürtçe dili ve önemi üzerine, artık, bu uzman arkadaşlarımızın da  söz hakkı olmaları gerekiyor. Bu uzman dostlara, yollar ve kapılar hemen açılsın diyorum. Kürtçeyi ve Kürt çocuğunu kurtarmak buradan da geçiyor.

Böylesi çalışmalar olması gerekiyor. Bu önemli girişimlar ihmal edilmemesi gerekiyor. Kürtçe, Türkiye’de silinmak istendi. Silemediler. Mazlum Doğan, Diyarbakır’da, o genç yaşında, hakimlere “dil dersi” verdiğini unutmamak gerekiyor. Bu eylemsel ve söylemsel tarihi dersler olmasaydı, belki, bugünlere gelmezdik. Yıllar sonra bu dönülmez tarihsel aşamada, bu onlarca Kürt insanına bedel olan aşamada,  bir kaç Türk cahili ya da ebu-cahili bizlere, Kürtlere, Kürtçeyi, “pazarlık” konusu yapmasına fırsat vermeyelim.  Bunu her fırsatta redetmek gerekiyor. Red-ediyoruz!

Türkiye’de, 16 Eylül 2013’te, “yeni eğitim ve öğretim yılı” başladı. Ne oldu? Kürt temsilcileri ne yaptı?..Bir kaç gün proteso oldu. Boykot oldu.  Sonuç: Yine ezen ulusun diliyle, “Türkçe eğitim ve öğretim”; yine, Kürtlerin hakkı olan,  “Kürtçe eğitim ve öğretim yasak”.

İnsan hakkı olan Kürtçe eğitim – öğretimin yasaklanması, en ilkel ifadeyle, dünyada nesli tükenmiş bir ırkçılıktır. Bu nesli tükenmiş, Türk – islam ırkçıları ile, insan hakkı olan  Kürtçeyi, “pazarlık konusu” yapmak, yalnız Kürt halkı ve diline değil, dünyada tüm dil savunucularına karşı da bir hakarettir. Buna son verelim. Vereceğiz. Mecbûruz!

“AKP’nin Açılımı” adı altnda, Kürtçenin ve Kürt çocuğun gelişmesi ve yapılanmasına engel tıkayanlara son vermek gerekiyor. Kürdistan’ın  geleceği, yapılanması ve gelişmesi, Kürtçe ve Kürt çocuğundadır. Bu konuda uzman olan arkadaşlarımız var. Böylesi çalışmalar, hiç gecikmeden pratiye, Kürdistan sahasına indirmek gerekiyor. Kürt pedagog arkadaşlar, Kürdistan’da, Kürtçe dili ve Kürt çocuğun bilimsel yapılanması için, nasıl bir alt yapı hazırlanır? Sorusunu sormalı ve cevabını, Kürdistan sahasında eyleme geçirmelidir-ler.

Unutmamak gerekiyor; Kürtçeyi, pazarlık konusu yapanlarla “pazarlık” yapılamaz. İnsan hakkı olan dil, pazarlık konusu yapılamaz. Kürtçe, pazarlık konusu yapılamaz. Dil üzerinden, insan hakkı olan Kürtçe üzerinden pazarlık yapanlar, kendileri,  pazarda kurbandırlar. Kürt yazarlar, Kürt çizerler, Kürt aydın ve pedagoglar, bunun bilincinde olarak, Kürtçeyi, “pazarlık konusu” yapanlarla, dil katliamcıları ile,  saflarını ayırmalı, Kürt hakkı olan Kürtçenin ve Kürt çocuğun topyekûn gelişmesi için yorulmak bilmez bir mücadele yürütmelidirler…

Dil, insan hakkıdır. Kürtçe, Kürtlerin hakkıdır.

Dil, pazarlık konusu yapılamaz. Kürtçe, pazarlık konusu yapılamaz!

14 Ekim 2013 Pazartesi

Öğrenim ve öğrenimin odak noktaları(*)



Faiz Cebiroğlu

Çocuk gelişiminde, üzerinde önemle durduğumuz konu, öğrenim planları ve bu plan çerçevesindeki öğrenimin  temel odak noktalarıdır. Evrimsel bir süreç içerisinde oluşan bilgi, beceri gibi değişimler, çocuğun bireysel, sosyal ve tüm alanlardaki gelişimin bir niteliksel ifadesi oluyor. Bu niteliksel ifadeler,  gelişim sürecinde, eylemsel yetkeli süreçte şekilleniyor. Öğrenim ve öğrenimin odak noktaları burada, bu süreçte anlam kazanıyor.

Çocuğun bulunduğu aşamaya göre, gelişim aşamasına göre,  öğrenim sürecin yarattığı ve yaratacağı değerler vardır. Bu yazıda,  3 – 6 yaş evresi için sınırlandırdığım bu öğrenimin değerleri üzerinde kısaca durmak istiyorum:

Deneyim, çocuğun yaşadığı dünyayın önemini anlama ve kavramaya imkan verme süreci.
Kimlik gelişimi, çocuğun kendini tanıması ve bilmesi; ben kimim? sorusuna cevap bulması ve öğrenmesi süreci.
Pratik, deneyimlerle, eylemsel temrinlerle, çocuğun yaşadığı dünyayı işlemesi ve tanımaya başlaması süreci.
Katılım, çocuğun başkalarıyla birlikte yer alarak sosyal yeteneğini geliştirmesi süreci.

Altı aylık ya da yıllık planlar çerçevesinde hazırladığımız bu öğrenim cedveli, pratikte anlam kazanıyor; belirli bir süreç içinde de öğrenimin odak noktaları  açığa çıkıyor. Odak noktaları genellikle altı yöne çevrilmiştir:

1- Dil: Çocuğun kendini anlamada ve tanımada temel araç dildir. Kimliğin yaratılması ve  çocuk kültürün taşınmasında ve iletilmesinde temel araç dildir. Bu bazda, dilin gelişimi için yaptığımız çalışmalar büyük önem taşıyor. Çocuğun gelişim evresine göre planlanan oyun ve aktiviteler… Ya da projeler: Değişik temalar, örnek olsun, devinim, doğa, estetik gibi konularla çocuğun dilini geliştirmesi için yoğun çabalar gösterilir. Bu dilsel sürecin niteliksel değişimi, çocukta şöyle anlam ve güven verir / veriyor:

” Ne dediğimi  ”duymadan”,  ne söylemek istediğimi ifade edemem!”

2- Sosyal yetenek: Çocuğun toplumda başkalarıyla birlikte yer alabilme yeteneği. Burada, empati kavramı üzerinde yoğunlaşarak, çocuğun duygularını ifade etmesi, iyi arkadaş olmanın ne demek olduğunu;  başkalarına gösterilen ilgi ve yardımın ne olduğu gibi ipuçlarından kalkarak, çocuğun sosyal yeteneğini geliştirmenin yolları açılır. Sosyal yetenek gelişimini desteklemenin temel noktaları var:

-         İçinde bulunduğu gurubun bir üyesi olduğunu bilme.
-         Sırası gelinceye kadar, başkalarını dinlemeyi öğrenme.
-         Başkalarıyla birlikte oyun oynama yeteneği.
-         Başkalarını dikkate alma.
-         Sorumluluk kabül etme
-         Gurup içerisinde çıkan ihtilafları çözebilme yeteneğini alma /sahip olma.

Bu sürecin temel değeri:

”Birbirimizi dinliyor, farklılıklarla birlikte  büyük katılımların da  parçasıyız.”

3- Bireysel gelişim: Yine çocuğun bulunduğu gelişim evresine göre bireysel gelişim; özgüven, özdeğer, şahsiyet ve merak gibi alanlarda odaklaşıyor.

Özgüven, çocuğun kendine inanması, kendisine verilen bir görevi yapabilme güvenin oluşması.
Özdeğer, çocuğun kendini değerli bir yaratık olarak algılaması ve bundan sevinç duyması.
Şahsiyet, çocuğun kim olduğunu bilmesi, kendi karekterini tanıması ve kabül etmesi.
Merak, çocuk açık, ilgi duyan ve merak eden bir  yaratık olması.

Bu sürecin sonucu:

”Ben buyum ve bireysel gelişimim budur.”

4- Doğa: Çocuğun doğayı tanıması; doğada yer alan bitki ve hayvanlara ilişkin bilgi sahibi olması ve doğanın insanlar için ne kadar önemli olduğunu kavramasıdır.  Çocuğun,  küresel çevreciliğin ne olduğunu öğrenmesi ve çevre bilincinin yükselmesi için çaba sarfedilmesi.

Bu öğrenim noktasının değeri:

”Sağlıklıyım, çünkü çevreme ve doğaya sahip çıktım.”

5- Kültürel ifade tarzları / değerler: Çocuğun duyuları ve ütopyası, oyun, şarkı, müzik ve atölyelerde değişik meteryalerle çalışılarak desteklenir. Bu aktiviteler aracılığı ile çocuk, demokratik kültürün sürecini tanıma, sorumluluk alma ve kendisi karar verme gibi değerleri öğreniyor.

Duyular ve ütopya,  genellikle, resim, boya, şarkı, dans, müzik gibi alanlarda kendini gösterir ve gösteriyor.  

Bu süreçten çıkan değer:

”Artık, nerede, nasıl, ne, kimle oyun oynayacağımı, ve hangi beceride yoğunlaşacağıma ”kendim karar verebilirim.”

6- Vücut ve devinim: Çocuğun kendini ve vücudunu tanıması. Sağlıklı yemek, sebze, meyva ve vücut için önemli olan devinim, hareketler.

3 – 6 yaşa uygun, vücudun devinimini  destekleyen spor aktiviteleri: oyun topları, koşu, ritimsel müzik, dans, oyunlar.

Çocuğun vücut gelişimi için önemli olan bilinçlenmeyi alması süreci, öğrenimin bir başka odak noktasını oluşturuyor.

Bu noktanın sonucu da:

”Güven doluyum, enerji doluyum, sevinçliyim. Çünkü çok sağlıklıyım.”

Evet…Pedagojide, değişik yaş gurupları için hazırladığımız öğrenim planları ve bu plandan çıkan odak noktaları bunlardır. Çocuğun, eylemsel yetkeli, topyekûn olarak gelişmesi yani ”kompetan” çocuk olması için öğrenime dair böylesi imkanların yaratılması pedagojinin olmazsa olmaz prensibidir.

---------
(*) Okur, ”Türkiye’de, bilimsel eğitim ve öğretimin yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde, yazdıklarımın ne anlamı var? diye sorabilir.

Evet, Türkiye’nin şu anki eğitim haline bakarsak, okura, hak vermemek elde değil. Ama ben yazarken, ileriyi düşünerek yazıyorum. İlerde büyüyüp, Türkiye’de mükemmel öğretmen olacak çocukları düşünerek yazıyorum. Belki de daha doğmamış çocuklara yazıyorum.


18 Eylül 2013 Çarşamba

Yeni eğitim - öğretim yılı…




Faiz Cebiroğlu

Türkiye’de,16 Eylül,  2013 – 2014 yeni  eğitim – öğretim yılı başladı. Yine yüzbinlerce Kürt çocuğu kendi anadillerinde değil de, yabancı bir dille, Türkçe ile eğitim alacaklar; 1 milyona yakın Kürt öğrenci, ezen ulusun, ilhakçı ulusun dili ile Türkçe ile eğitim ve öğrenim alacaklardır. Bu, Kürtler için  zulümdür. İnsan hakkı olan anadili yasaklamak,  en büyük zulümdür. Artık, bu zulme dur demek, bu zulme başkaldırmak, Kürt halkı için en büyük devrimcilik olacaktır.

Dil kavgası, anadil kavgası bir kültür ve kimlik kavgasıdır. Dil, kültürdür. Dil ve anadil, kimliktir. Kimlik, ben kimim? Kime aitim? Sorularına verilen cevaptır. Anadilini, eğitim ve öğretim dili olarak kullanmamak,  kültürden ve kimlikten uzaklamak demektir. Dilini yani kimliğini yitiren Kürt ulusu zaten kendini kaybetmiş ve yitirmiş olacaktır.

Kürt öğretmenlerin, Kürt aydınların, Kürt yazar ve çizerlerin, Kürt siyasi hareketlerin… neden anadillerine sahip çıkmadıklarını; neden Kürt kimliği için mücadele etmediklerine hep hayret etmişimdir. Oysaki, anadil kavgası, aynı anlama gelmek üzere,  kimlik kavgası, bir halk için, bir ulus için en büyük devrimci kavgadır. Bu olmazsa olmaz , anadil ve kimlik kavgasının, Kürt öğretmenleri, Kürt aydınları tarafından ihmal edilmesini, gerçekten, anlamakta zorluk çekiyorum.

Bir yandan,  ezen  ve ilhakçı Türk ulusunun, Türkçeden çok daha zengin olan bir dili,  Kürtçeyi gasbetmesi, tutsak altına alması; diğer yandan, Kürt öğretmenlerin, Kürt aydınların kendi dillerine sahip çıkmayışları, bir halk için, Kürt halkı ve kimliği için çifte zulüm oluyor. Acıdır.

Acının acısı şudur: Kürtler, yine Türkçe ile  konuşacak,  Türkçe ile yazacak ve Türkçe ile birbirleri ile iletişim kuracaklardır. Kendi anadili ile değil de, ezen ulusun dile ile iletişim kurmak, çocuklarda  sosyal, bireysel ve psikolojik sorunlara yol açtığı bilinen bir gerçektir. Birinci noktadır.

İkinci nokta şudur: Kürt öğrencilerin, kendi anadilleri ile değil de, Türkçe ile eğitim ve öğrenim almaları, bu, Türkçe için bir amaç, Türkçe için bir form ve pratikteki dil kullanımları da gene Türk ve Türkçe olacaktır. Dilin amacı, formu ve kullanıcıları Türkçe olunca, kendi kültüründen, kendi kimliğinden uzaklaşmak ve Türkleşmek demektir.  Zulüm budur.

Bir düşünün; Kürt öğrencileri, okullarda,  sevdikleri Kürtçe hikayeleri,  Kürtçe fıkraları, Kürtçe şarkıları, Kürtçe oyunları  kendi anadilleri ile değil de, yabancı bir dil ile Türkçe ile yerine getirecekler. Bu da, çocuklarda büyük psikolojik sorunlarınların  doğması demektir.  Ben kimim, kime aitim? Kürt müyüm? Türk müyüm? ikileminde çocuk,  ezik ve belirsiz bir kimlik duygusuyla  kavrulup durması demektir.

Tüm bunlar açıkken; Kürt öğretmenlerin, Kürt aydınların, Kürt yazar ve çizerlerin, Kürt siyasi hareketlerin… neden anadile  sahip çıkmadıklarını anlamak, gerçekten,  mümkün değildir.

İnsan sormadan edemiyor: Kürt öğretmenleri, Kürt aydınları… neyin kavgasını veriyorlar?

Tarihten silinmek istenen bir halk için, anadil, kültür yani kimlik kavgasından daha önemli bir kavga mı var?
Üzerinde durulması ve yanıtlanması gereken sorular bunlardır.

Unutmamak gerekiyor; Kürtçe, yalnızca dağlarda, varoşlarda konuşulan bir araç değildir. Dil, toplumsal bir olgudur. Dil, siyaseti, iktisadi, kültürü, sanatı yani toplumsal yaşamın tüm yönlerini içeren bir araçtır. Peki toplumsal bir olgu olarak Kürtçe  bunlardan men edilmişse, konuşulan Kürtçenin herhangi bir anlamı kalır mı?.

Tüm bunlar varken ve açıkken, bir milyona yakın  Kürt öğrencisinin, eğitim ve öğretimlerini, hâlâ, Türkçe olarak almaları, bir halk için, Kürt halkı için büyük bir zulümdür.

Tüm bunlar varken ve açıkken, Kürt öğretmenlerin,  Kürt aydınlarının, Kürt siyasi temsilcilerinin   bu anadil zulmüne seyirci kalmaları; Türkçe ile eğitim ve öğretime,  razı olmaları bir başka zulüm oluyor.

Bir haftalık boykotla ya da göstermelik eylemlerle, Kürtçe özgürlüğe kavuşamaz.

Kürtçe özgürlüğe kavuşmadan Kürt insanın toplumsal kurtuluşu da sağlanamaz.

Kürt çocuklarına sevgi ile, Kürtçe eğitim ve öğretim alacakları günlerin umudu ile…


8 Haziran 2013 Cumartesi

Kültür, eylemde gelişiyor!



Faiz Cebiroğlu

Kültür, eylemde gelişiyor. Doğayı işleyip, kültürleştiriyoruz. İnsanın doğasını işleyip, kültürleştiriyoruz. Eylem ve kültür, biri olmadan, diğeri olmuyor. Kültür, eylemde kültür oluyor.

Doğayı ve insanın doğasını işleyip kültürleştiriyor ve böylece, ”eylemsel yetkeli” insan, yani kültürel insan çıkıyor. Siyasal evrim tarihinde, kavgamızın en önemli yanı budur; yani kültürel insanı inşa etmektir.

Kültür, kültürel zekâ, bir süreçtir. Bu, dünün bugüne; bugünlerin de yarınlara bağlanma sürecidir.

Süreç mi,  komplekslidir.  Bu kompleksli süreçte insanlar, sürekli yaratır, yaratıyor.

Bu kompleksli süreçte insanlar, sürekli üretir, üretiyor.

Dinamik mi, budur. Bu kompleksli süreçte kültür, canlı bir süreç olarak işliyor ve gelişiyor. Bu gelişim sürecinin insanı, ”eylemsel yetkeli” insan oluyor.

Kültür,  böyle kültür oluyor. Kültür eylemde kültür oluyor. Eylemde yaratılan ve kuşaktan kuşağa aktarılan kültür, insanların tüm yarattıkları ve yaratacakları devrimci değerler oluyor.

Kültür, eylemde yaratılıyor.

Eylem kültürü, eylemsel yetkeli insan demektir.  Eylemsel yetkeli insan, hem açıklayıcı, hem de kompleksli kültürel değerlere tarihsel imza atan insandır.

Taksim’de başlayan ve tüm Anadoluyu saran intifada, eylemde ortaya çıkan kültürün tam kendisi oluyor. Anadolu halkı, tüm baryerlere karşı, yıllar sonra, mücadele kültürünü tekrar yaşatıyor,  yaratıyor ve bunu gelecek kuşaklara aktarıyor. Toplumsal yaşamın her alanında, Türkiye’de ve tüm dünyada eylem kültürü böyle oluşuyor. Bu oluşumdan çıkan niteliksel sıçramalar, eylemsel yetkeli insanın tasviri oluyor. Bu evrimsel süreçte kendini gösteren niteliksel sıçramalar, kültürel zekâlı insanın devrimci kimliği ortaya çıkıyor.

Taksim intifadası bir örnektir. Taksim intifadası, eylemsel yetkeli ve kültürel zekâlı insan olmanın bir örneğidir. Taksim intifadası, kültürün iki yönüne işaret ediyor. Kültürün iki yönü şudur: Kültür, burada, hem açıklayıcı, hem de kompleksli bir nitelik oluyor. Bunun tarifi mi,  şu oluyor:

Bir: Açıklayıcı bağlamında kültür; mücadele sürecinde, ülke bazında, tarihsel olarak yaratılan tüm fikirler, değerler ve normlardır.

İki: Kompleksli olarak kültür; yerel, bölgesel ve dünyasal çerçevede kendini gösteren ve karşıklı olarak yaratılan  tüm kazanımlar ve değerlerdir.


Eylemsel yetkeli insanın kültürü böyle oluyor. Eylemsel yetkeli insanın kültürü, eylemde kültür oluyor.
Amacımız, kültürel zekâlı insan yaratmaktır. Amacımız, kendi doğasını işleyen, verimli ve devrimci hale getiren insanı yeniden inşa etmektir.

Amacımız, Taksim intifadasında ortaya çıkan, eylemsel yetkeli ve kültürel zekâlı insanı süreklileşmektir.










25 Mayıs 2013 Cumartesi

Yaşam kalitesi üzerine hipotezler...


Faiz Cebiroğlu

Yaşam kalitesi nedir? Bu konuda fikirlerimi yazmak istiyorum. Türkiye’de üzerinde durulmayan bu konunun, biz eğitimciler tarafından da  ihmal edilmesi kabül edilmezdir. Hipotezlerden hareket ederek, insan yaşam kalitesinin, önce, bir sübjektif ve psikolojik olgu olduğunu hemen yazmam gerekiyor. Bu ne demektir?

İnsanın yaşam kalitesi, her zaman, insanın, aktif, başkalarıyla olan ilişkileri, kendini pozitif gören ve umutlu insandır. Yaşam kalitesinde anahtar olan bu değerler şöyle tanımlanabilir:

Bir: Aktif: İnsan,  kendi öz-gücüne güvenerek, toplumsal yaşamdaki tüm olaylara bizzat dahil olan yani eylemcidir. Aktif insan, eylemci insandır. İnsan, eylemde insandır. İnsan kendi öz-güvenini ve yeteneklerini kullanarak, yaşamın nasıl bir seyir izleyeceğine karar sahibi olan bir yaratıktır.

İki: Başkalarıyla olan ilişkiler: İnsan başkalarıyla birlikte yer alarak gelişir. Her gelişim karşılıklıdır. Tek başına gelişim olmaz. Yoktur.

Üç: Kendini pozitif gören: Her insan, kendini ”değerli” bir yaratık olarak görmek zorundadır. Değerli insan, kendi işine ve eylemine olumlu bakan ve değer veren insandır.

Dört: Umutlu insan: İnsan,  umutludur. İnsan, en zor koşullarda dahi, umudundan ve umut sevincinden hiç bir şey kaybetmeyen insandır. Umutlu olmak, güzel bir geleceğe inanmak, yaşamı sevmek ve savunmaktır.

Bu hipotezleri, şöyle formüle etmek mümkündür:

Aktif: Yükümlülük, sorumluluk, eylem öz-güç ve öz-inanç.

Başkaları ile olan ilişkiler: Yakın arkadaşlık ilişkileri, dostluk ve birliktelikler.

Pozitif olmak: Kendinden emin olmak,  kendini kabül etmek.

Umutlu olmak: Geleceğe inanmak, anlamlı bir geleceğin sevinç duygusunu hissetmek.

Bence,  insan yaşam kalitesi bu değerler çerçevesinde anlam buluyor ve  bu çerçevede yaşam,  daha anlamlı ve kaliteli hale geliyor.

Yazdıklarımı toparlarsam, insanın  yaşam kalitesi şöyle tanımlanabilir:

Yaşam kalitesi, içsel ve dışsal  bir olgudur. Dışsal olgu: yani insanın kalacak yeri olması, iş ve ekonomidir.

İçsel olgu, psikolojik olgudur: Yükümlülük, öz-güven, öz-inanç, kendini kabül etme ve geleceğe olan inancın yarattığı sevinç duygusu oluyor. 

Yaşam kalitesi, işte, bu iki olgu arasında yer almaktadır. Bu iki olgu arasında yer alan yaşam kalitesi, birliktelik ve karşıklıklı gelişim oluyor.

Hangi sistem olursa olsun, insan, yaşam kalitesini, daha kaliteli hale getirmek için mücadele etmeli ve güzel bir yaşamı savunmalıdır.

Yaşam kalitesi, yaşamı sevmekle başlıyor. Yaşamı seven insan, anlamlı bir geleceğin kurulması için mücadele eden insan, demek oluyor.

Tüm sevdamız ve kavgamız,  yaşamı daha kaliteli hale getirmektir.

Tüm sevdamız ve kavgamız, insana en güzel bir ”ortakçı” düzen kurmaktır.




30 Nisan 2013 Salı

Paolu Freire ve bir eleştiri




Faiz Cebiroğlu

Brezilya’lı pedagog Paolu Freire ( 1921 – 1977) , pedagoji mesleğimde, üzerinde önemle durduğum ve fikirlerini tüm kesimlere ulaştırmaya çalıştığım  bir düşünür ve pratisyendir. Paolu Freire, tüm ömrünü, ezilenler için ve ”ezilenlerinin pedagojisini”, ”umudun pedagojisi” haline getirmek için verdi. Böylesi bir devrimci dava için, böylesi bir devrimci eğitim için, cezaevi, sürgün… demeden  yorulmak bilmez bir mücadele verdi. Paolu Freire, ezilenlerin sesi ve temsilcisiydi. Buydu.

Paolu Freire’nin  ilham kaynağı Karl Marks’tır. Karl Marks teorilerinden yola kalkarak, Brezilya köylüsünün okuma ve yazmaları için uğraş verdi. Paolu Freire’nin uğraşı, yalnızca, köylülerin ya da ezilenlerin, okuma ve yazmaları değildi,  aynı zanmanda,  ”neden böylesi bir duruma düştüklerini” anlamalarını istiyordu; onları,  sisteme ”eleştirel” bakmalarını istiyordu. Böylesi bir perspektifle, Brezilya’da, milyonlar için, milyonların okuma ve yazmaları için bir plan ve projeye girişti. Ne yazık ki, Brezilya’da yapılan askeri darbe (1964), Paolu Freire’nin tüm planlarını alt-üst etti. Brezilya’daki askeri dikta, Paolu Freire’yi ”devrimci düşüncelerinden” dolayı tukluyor, cezaevi’ne gönderiyordu.

Paolu Freire, Brezilya’daki cezaevi’nden kaçmayı başararak, Şili’ye geçiyor. Şili’de ”Birleşmiş Milletler” nezdinde, çalışmalarına devam etti. ”Ezilenlerin Pedagojisi” kitabını yazdı. 1973 yılında, Şili’de de bir askeri darbe yapıldığı için bu ülkeden de  kaçıp, önce Cenevre’ye, daha sonra, Guinea-Bissau, Angola… geçti.

Paolu Freire’nin fikirleri, haklı olarak,  tüm ezilen insanlarda ve özellikle, Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinde büyük önem ve ilgi gördü. Paolu Freire, eleştirel marksist pedagojinin teorisyeni ve ezilenlerin sesiydi.

Paolu Freire, teorisini  Karl Marks’tan almasına rağmen, insana olan bakışı ”tek yönlü” ve ”eksik” kalması gerçekten ilginçtir. Paolu Freire, insanı yalnızca, ”sübjektif” bir yaratık olarak görüyor ve ”insan, kendi, sübjektif duruşu ile kaderini değiştirebilir” diyor. Oysa ki, insan, hem sübjektif, hem de objektif bir yaratıktır. Bunlar iç-içedir. Biri olmadan, diğeri olmaz. İnsan budur.

İnsan budur, ama bu ne demektir?

Şudur: Diyalektik teori çerçevesinde insan, hem öznel, hem de nesnel bir yaratıktır. Öznel olarak insan, kendi gelişimine katkıda bulunan, aktif ve yönü bellidir. Hedeflidir.

Nesnel olarak insan, kendi kendine, çevreden yani objeden uzak bir şekilde gelişemez ve kendi kaderini  tek başına değiştiremez. İnsanı etkileyen nesnel olaylar vardır. İnsan karşılıklı olarak yetişir, gelişir. Amacımız, ezilenlerin kurtuluşuna giden yolda, hem objeyi, hem de subjeyi iç-içe geçirmektir.

Obje, nesnedir. Obje, insanın, eylem meydanında yer aldığı ve kendi eylemlerini yönelttiği konudur.

Subje, insan bilincinde olan, yaşadığı toplumu kavrayan ve değiştirmeye çalışan bir kaldıraç, bir maniveladır.
Ezilenlerin pedagojisinde insan budur; iç-içedir. Hem sübjektif, hem de objekiftir! İnsan, kendi gelişimine katkıda bulunur, ama tek başına gelişemez. İnsanı saran nesnel olaylar da vardır. Bunlar, yani, nesnel ve öznel koşullar iç-içedir.

Sosyalist hatta duran ve bunu sonuna kadar savunan, Paolu Freire, insanı neden tam çözümleyemedi? Bunun üzerine durmak istedim.

Paolu Freire, eşine ender rastlanan bir pedagog ve yaşamını ezilenlerin kurtuluşu için adayan büyük bir insandır.

Pedagojimin büyük bir bölümü Paolu Freire anlatmakla geçti.

Öğrencilerime vaat ettim, tekrarlıyorum: Paolu Freire’nin pedagojisini mutlaka ve mutlaka ”umudun pedagojisi” haline getireceğiz.

Teşekkürler Paolu Ferie, bıraktığın yerde,  devam ediyoruz.

Bayrak elimizde, hem öznesel, hem de nesnesel ”ezilenlerin pedagojisini”,  ”umudun pedagojisi” haline getireceğiz.


22 Nisan 2013 Pazartesi

Çocuklar ve Dans...



Faiz Cebiroğlu

Pedagojide, çocuk yetiştirme alanında üzerinde önemle durduğumuz nokta, çocuğun bir bütün olarak, topyekûn olarak gelişmesidir. Dans, şarkı, müzik, resim, doğacılık, spor, oyun gibi aktiviteler çocuk gelişiminde önemli bir yer tutarlar.Bu yazımda dans üzerine durmak istiyorum. Her zaman olduğu gibi, yine sorarak başlıyorum: Dans nedir?

Dansın temel elementleri; ritim, melodi, tempo, iç-dinamik (kuvvet), kural, iyi ruh haleti ve devinimdir. Dans, vücut dilinin bir ifadesidir. Dans, insan vücudunda bir rahatlık, bir sevinç yaratır. Çocuklar, dans yoluyla, başkalarıyla birlikte yer alarak, dans ederek sosyal yönlerini de geliştiriyorlar. Birliktelik ve birlikte yer alma yeteneği, dayanışma, duygusal ifade, ortak duygu, kendine güven, dans aracılığı ile de ortaya çıkıyor. Bu bağlamda dans, hem kültürel ifade, hem de sosyal ifade tarzıdır.

Dans yolu ile çocuklar, fiziksel, ruhsal, sosyal ve dilsel yönlerini de geliştiriyorlar. Dans, çocuklara iyi bir duygu veriyor, çünkü kendi vücutlarını hissetmelerini sağlıyor.

Çocukların gelişiminde böylesi anlam ve önem taşıyan dans belirli prensiplerle icra edilir. Nedir  bu prensipler?

En başta dans aktivitesi için belirli çerçeve yapmak gerekiyor. Dans öğretmeni şöyle bir çerçeve yapabilir:

1- Dans hangi günde yapılıyor? Hangi saatte?

2- Dans için seçilen grup kim? Erkek mi, kız mı? Ya da hem erkek, hemde kız karışımı grup mu?  Kaç kişi?  Yaş grupları?..

3- Dans için seçile ya da önerilen giyim

4- Dans için gerekli yardımcı araçlar: CD, CD çalar gibi

5- Danstan önce ısınma hareketleri

6- Müziği iyi dinleme, dans hareketlerini hatırlama ve konsantrasyon.

7- Dansın öncüsü, modeli dans öğretmenidir.

Bu çerceve içinde dans süreci başlar…

Dans sürecinde ortaya çıkan pedagojik değerler vardır. Dansın anlam ve önemini belirtmek açısından bu değerleri şöyle sıralamak mümkün:
-         
Çocuklarda devinimsel (motorik) gelişimi ve ritim gelişimi
-          Kendini ifade etme yeteneğin yükselmesi
-          Öz-güvenin pekişmesi
-          Çocuklar arasındaki arkadaş ilişkilerinin gelişmesi
-          Çocukların hem kendi karar vermeleri, hemde alınan kararlarda söz  sahibi olmaları. Burada çocuklarda ”demokrasi” fikrinin gelişmesi.

Dans öğretmeni, böylesi önemli değerlerin ortaya çıkması için çaba gösterir. Dans öğretmeni dans sürecinde çocukların dans durumlarını dikkatlice gözler, eksik, hata yönleri düzeltmeye çalışır.

Evet, dans, çocukların sosyal, dilsel, sağlık ve entellektüel olarak gelişmelerinde önemli bir rol oynuyor.
Çocuk, dans yolu ile de, bağımsızlık, öz-güven ve öz-değer kazanıyor. Fantazi gelişimi (ütopya), yeni hareketler öğrenme ve deneme  dans aktivitesinde de anlam buluyor.

Çocuk, vücudunu ve duyularını kullandığında dünyayı da öğrenmiş oluyor.

Dans, hem kültürel ifade, hem de sosyal ifade tarzıdır. Çocuklarımızı dans yolu ile de geliştirelim.

Çocuklarımıza dansı  eksik etmeyelim.


21 Nisan 2013 Pazar

Öz-duygu ve öz-güven...




Faiz Cebiroğlu

Bana,  pedagojiyle ilgili sürekli sorular geliyor. Türkiye’den ve Türkiye dışından her konuda sorular geliyor. Bazen tek tek yanıtlamaya çalışıyorum, bazen de soruları konularına göre toplayıp, süreç içerisinde,  bir makale ile cevap veriyorum. Son üç ayda, bana yöneltilen soru; ”öz-duygu” ve ”öz-güven” nedir? Bu konuda fikirleriniz var mı?” sorusudur.

Öz-duygu ve öz-güven üzerinde, ”Eylemsel Yetke” kitabımda değinmiştim. Bu kitabı okumayanlar ya da ellerine geçemeyenler için, kısaca da olsa, öz-duygu ve öz-güven üzerine fikirlerimi, hızlıca, yazmak istiyorum.

Kişilik yapılanmasında temel olan, merkezi olan, hiç kuşkusuz, öz-duygu ve öz-güvendir. Öz-duygu, insanın kendini tanıması ve kim olduğunu bilmesi demektir. Öz-güven, insanın kendine inanması demektir. Özgüven, Arapça bir sözcük ile, neye ”muktedirim” demek, bunun dışsal vuruşu ve somut görünüşü demektir. Öz-duygu ve öz-güven aynı kavramlar değildir; aralarında ”ince” farklar vardır.

Öz-güven; insan yaşamında, iyi, faydalı, anlamlı ve güzel işleri yapabilmek ve bunu pratikte göstermektir. Özgüven, ben kendimi tanıyorum ve bunları yapabilecek bir kapesitedeyim demektir. Öz-güven, insanın kendi yeteneklerine güvenmesidir. Öz-güven, soyut değil, yapılan somut eylemlerin delili ve göstergesi oluyor.

Öz-duygu; ben kimim? Kendimi nasıl tanıyorum? Kendimi nasıl hissediyorum sorularının cevabıdr. Öz-duygu, duruma göre farklılıklar gösterebilir. Olumlu öz-duygular var; olumsuz öz-duygular vardır. Düşük öz-duygu, gergin insan haleti, hastalık durumu… Ya da bunun tersi, sağlıklı, dayanıklı, yaşam güzeldir, değerlidir, yaşıyorum… bazında  öz-duygular vardır.

Öz-güven, insan gelişim evresinde ortaya çıkan kendine inanç demektir. Öz-güven, eylemsel yetkede kendini gösteriyor. Eylemsel yetke, insan gelişiminin tüm yönleri demektir. Eylemsel yetke, araştırma, dilsel, sosyal, kültürel ve yaratıcılık alandadaki pratiklerdir. Bunun somut göstergeleridir.

Duygu ve öz-duygu, insanın kendini, içsel çekirdeğini tanıması ve bilmesi demektir.

Gelişmiş öz-duygu, insanın kendini rahat hissetmesi demektir.

Gelişmemiş öz-duygu; insanın kendini eleştirmesi demektir.

Gelişmemiş öz-duygu ve öz-güven insanların depresyona girmesi demektir. Bu anlamda ve bağlamda; öz-duygu ve öz-güven var oluşumuzun kalitesi oluyor.

Gelişmemiş öz-duygu ve öz-güven  de suçu hep kendinde görmek demek oluyor.

Öz-duygu ve öz-güven çekirdeğimizdir.

İnsan öz-duygu ve öz-güvende kim olduğunu anlar. İnsan, öz-duygu ve öz-güvende hem kendini, hem de başkalarını anlar.







10 Nisan 2013 Çarşamba

Akil sözcüğü ne demektir?



Faiz Cebiroğlu
 Son üç haftadır dillerden düşmeyen sözcük, ”akil” sözcüğüdür. Televizyonlarda, haberlerde ve hemen hemen tüm sosyal paylaşım sitelerinde manşet  olan ”akil”, ”akil insanlar” ne demektir?
 Herşeyin birbine karıştırıldığı Türkiye’de ”akil” sözcüğünü tanımlamak bir zorunluluk olmuştur.
 Akil (çoğulu: ukalaa), a’kul, akala… Arapça sözcüktür.
 Akil ( Arapça: العاقل , çoğulu: ukalaa: عقلاء ):
-          idrak etnek, durumu idrak eden
-         durumdan haberi olan
-         büyük birikime sahip olan
-         yetenekli insan
-         bilge insan
-         iyi bilgi sahibi olan,
-        -zeki insan
-         birikimini zekice kullanan…
 Örnekler: akıllı çocuk, akıllı adam, akıllı kadın, akıllı insan, akıllı  insanlar…
 Al-ukuul (العقوا ) : 
-         müdrik
-         anlayışlı
-        var olan sorunu idrak eden
-       var olan durumu iyi açıklayan ve iyi hesaplayan
 Akala: (  عقل  - عاقلون ) :
-        idrak etmek
-         herhangi bir şeyi tüm gerçeği ile idrak eden.
-        durumu anlayan
İşte Türkiye’de dillerde ve manşetlerde olan Arapça akil sözcüğünün Türkçe karşılığı budur
Yukardaki tanımlara benim de ekleyeceklerim var: Akil insan, aynı zamanda duygusal zekâya sahip olan insandır.



7 Nisan 2013 Pazar

Duygular ve ifade tarzları…




Faiz Cebiroğlu

Duygular ve ifade tarzları…Daha önceleri yazmam gereken bir konuydu. Ama araya başka çalışmalar girdi. Şimdi yazıyorum. Sorarak başlıyorum: Çocukların duyguları ve ifade tarzları nedir?

Pedagojide, çocukların topyekûn gelişiminde, üzerinde önemle durduğumuz bir konu, hiç kuşkusuz, çocuk duyguları ve bunların ifade tarzlarıdır. Duygu / duygular hislerimizdir. Duygu / duygular çekirdeğimizdir. İnsan korkar, sevinir, üzülür, öfkelenir. Önemli olan, duyguları ifade etmektir. Önemli olan, duygularını ifade eden çocuğa saygı göstermek ve ciddiye almaktır.

Türkiye’de, bu konu üzerinde, ne yazık ki, pedagojik alanda önemli çalışmalar yapıldığını söylemek zordur. Türkiye’de hâlâ, çocuklara ve büyüklere, ”ağlamının ayıp” olduğu ve ”erkekliğe yakışmadığını” söyler duruyoruz. Oysa ki, duygu / duygular (olumlu olumsuz), vücuttaki tepkilerdir. Duygular, nasıl bir ruh haleti içinde olduğumuza işaret eden sinyallerdir. Tüm duygular (olumlu, olumsuz), hepsi önemlidir. Duyguları durdurmak, mümkün değildir. Asıl ayıp olan, duyguları durdurmaya çalışmaktır. Sevinçli olmak, ağlamak, korkmak,  üzülmek bir insan hakkır.

Duyguları durdurmaya ve yönlendirmeye çalışmak; duygular ve bunların ifade tarzlarını birbirine karıştırmak,  çocuklarda, çocukların bireysel gelişiminde olumsuz etkiler yaratıyor. Duygu ve bunların ifade tarzları arasındaki farkı bilmeden, kavramadan, çoğu zaman, insan hakkı olan duygulara saldırmış oluyor ve bu duyguları hedef almış oluyoruz.

Peki, duygularımızı nasıl ifade edeceğiz?

Duygu ve ifade tarzları arasındaki fark nedir?

Sevinçli olmak, bir duygudur. Ama sevinç duygusunun yarattığı “tebessüm” ya da “gülüş”  bir tepkidir. Yani duygunun dışa vurumudur. Vücut dilinin bir ifadesidir.

Korkmak, bir duygudur. Ama bu duygunun yarattığı “kaçış” “kaçmak” bir tepkidir.

Bir başka örnek:

1- Çocuğa çok kızdım, çok öfkelendim.

2- Çocuğu çok azarladım.

Birincisi, “kızmak”, “öfkelenmek”, bir duygudur. İkincisi, “azarlamak” bir tepkidir.

Ne yazık ki, çoğu zaman bunları birbirine karıştırıyor ; ve  çoğu zaman, aralarındaki “farkı” görmeden duyguları hedef almış oluyoruz.

Bir örnek daha vereyim:

“Çocuk, bir nedenden ötürü, büyük bir öfkeyle, elindeki oyuncakları atıyor, kırıyor…O esnada, çocuğun annesi ya da babası bu durumu görüyor…”

 Bu durum karşısında ne yapmamız gerekiyor? Böylesi bir öfke ortamında, çocuğa nasıl yaklaşmamız, müdahale etmemiz gerekiyor?

En basitinden yanıtımız, şudur:

“Öfkeni, kızgınlığını anlıyorum. Ama oyuncaklarını atman, kırman doğru değildir.”

Dikkat edilirse, burada, hem çocuğun “öfke” duygusunu kabül etmiş oluyoruz, hem de bu duygunun yarattığı “saldırgan” tepkiyi reddetmiş oluyoruz.

Bunun yerine, “öfkelenmene” “kızmana” gerek yok”, deseydik, durum çok değişirdi.

Pedagojide, çocuk gelişim branşında üzerinde dikkatlice durduğumuz, konu duygular ve bunların ifade tarzlarıdır. Çocuklar tüm duygularını ifade etmeli ve çocukların duygusal gelişimlerinde onlara  yardımcı olmalıyız. Bu anlamda;

Bir: Duyguların yaratmış olduğu tepkilere profesyonelce  “sınır” koyabilmeliyiz.

İki: Çocukla olan iletişimiz, anlaşılır, açık ve net olmalıdır.

Bitiriyorum.

Duyguları reddetmek, yönlendirmeye çalışmak, doğru değildir;  ama bu duyguların  yaratacağı tepkilere dikkat etmek, bu tepkilerin yaratacağı olumsuz duruma karşı çıkmak her zaman önemli ve doğrudur.

Duygular, kimsayal tepkimizdir.

Olumlu, olumsuz tüm duygular önemlidir. Burada önemli olan, duygu ve ifade tarzları arasında bir harmoni, bir denge kurmak ve çocukları bu yönde eğitmektir.

8 Mart 2013 Cuma

Eleştiri Üzerine Bir Bakış (2)





Faiz Cebiroğlu

Devam ediyorum.

Eleştiri, ileri, daha ileriye gitmek için yapılan analiz ve yorumlamadır. Bu anlamda eleştiri, kırıcı ve bozucu değil, yapıcıdır. Yapıcı eleştiri, kırıcı ve bozucu eleştirinin tersidir. Yapıcı eleştiri, gelişime açık olan, gelişime ışık tutan bir yöntemdir. Zaten eleştirinin doğasında yapıcılık ve ileriye gitmek vardır. Bu mu, şu demektir: Her hangi bir konuda ve alanda var olan tıkanıklığı ve duraganlığı ortadan kaldırmanın ve ileriye  gitmenin metodu demektir. Yapıcı eleştirinin prensibi, insan toplumunun evrim tarihinde yaşamı savunmak ve daha ileri götürmek içindir! Metod ve prensip budur!

Eleştiri, toplumsal yaşamın, canlı yaşamın tüm yön ve cephelerinde değişik metodlarla yapılıyor. Ortaya çıkan analiz ve yorumlar bu ”eleştiri sanatı” ile bizlere ulaştırılıyor. Bu eleştiri metodu ile doğru ve yanlışlar ortaya çıkarılıyor. Edebiyat, sanat, estetik eleştiriler… her alanda bu böyledir.

Estetiksel eleştiriler, bazen edebiyat, sanat, müzik olarak ayrılsalar da, eleştirinin temel amacı ve ötopyası değişmiyor: Geçerli olanla geçersiz olanı; doğru olanla yanlışı açığa çıkarmaktır.
Eleştiride, yapıcı eleştiride, metodumuz / prensibimiz, yaşamı olumlamaya ve yaşamı, en zor koşullarda dahi, kaliteli  bir yaşam haline getirmenin kavgası oluyor. Bu bir ütopyadır. Ama bu güzel bir geleceğin ütopyasıdır.

Parentez açıyorum.

Ütopya, çoğu zaman hayali ve gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ”fantazi” olarak alıgılanıyor. Yanlıştır! Ütopya, eleştiri bazında ve toplumsal yaşamın tüm yönlerinde ( ekonomi, siyaset, kültür, sanat, teori…) her alanda, daha ileri,  daha kaliteli bir vizyona sahip olmak demektir.

Devam ediyorum.

Yapıcı olmak, çoğu zaman, ”çalışmayan”, ”duraganlaşan” araçların tekrar aktif hale gelmesi olarak ta algılanıyor. Yanlıştır! Elbette, toplumsal yaşamın değişik cephelerinde duran, çalışmayan araçların - aynı halleri ile de olsa -  tekrar çalışmaya başlaması iyidir. Ama yeterli  değildir! Zaten, ileriye gitmediği için, sürekli duraganlaşan bir aracı, kazara da olsa, tekrar çalıştırmak bizi, bizleri ileriye götürmüyor. Götürmez. Birinci, noktadır.

Yapıcılık ve yanına eleştiri koyuyorum: Yapıcı eleştiri oluyor. Yapıcı eleştiri, eskimiş sistemleri tekrar çalıştırmak değildir. Yapıcı eleştiri, ilerlemek, daha ilerlemek için yeni araçlara olan ihtiyacın bir işareti oluyor. Bu da ikinci noktadır.

Eleştiri sürecinin böylesi bir perspektifte devam edebilmesi için bazı noktaları tekrarlamak zorundayım:

1- Eleştirilerde ”spesifik” olmak.

2- Olumlu – olumsuz tüm fikirleri  dinlemek.

3-  Farklı fikirlere açık olmak.

4- Çözüm için yeni alternatiflere hazır olmak.

5- Eleştirilerde somut olmak,  net tanımlayıcı olmak.

Bu noktalar bağlamında, sürekli ”negatif” olarak algılanan ”eleştiri” sözcüğü de olumlu bir karektere bürünüyor.

Bitiriyorum.

Eleştiri, yapıcı eleştiri, doğruda durmanın ve ileriye gitmenin olmazsa olmaz metodudur.

Sürecinde gelişimi barındırmayan her eleştiri, yıkıcı eleştiridir.

Eleştiri,  bir sanattır.

İnsanoğlu, böylesi yapıcı eleştirilere ve sanata ihtiyacı vardır.