”Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden umutluyum.Ben çocuklara inanıyorum.Bu yüzden de mutluyum!”

4 Nisan 2021 Pazar

Konserden bir küçük anı: Terbiye edilmemiş ses!


 Konserden bir küçük anı: Terbiye edilmemiş ses!


Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com


Yıl 1987. Danimarka’nın başkenti Kopenhag. Bir etkinliğe davet edilmiştim. Mustafa adında bir arkadaş:

“Faiz, ırkçılığa karşı bir konserimiz var. Sizler de saz ve sözünüz ile katkıda bulunursanız, çok seviniriz.” Demişti.

Ben de olur dedim ve daveti kabül etmiştim. 

Konser salonuna gittim ve Mustafa arkadaşı buldum. Salona baktım, doluydu. Benim dışımda Türk ve Kürt sanatçılar da davet edilmişti.

Diğer sanatçı arkadaşlarla birlikte, konser salonun / sahnenin ilk sıralarında oturduk ve sıramızı bekledik.

Mustafa: “Faiz, okunacak şiirden sonra, senin sıran var, hazır ol...” Demişti.

Şiir okunması bitti ve sıra bana geldi. Konser için üç ezgi seçmiştim:

Bir, Şafağın Gülleri. İki,  Zafer İçin ve üç, Leylim Ley. Her üç ezgiyi çalıp söyledim ve tekrar Mustafa’nın yanında oturdum. 

Mustafa: “ Faiz, şimdi çıkacak sanatçıya dikkat etmeni istiyorum. Müthiş bir sesi var...”

Ben de olur dedim.

Bahsettiği Ozan Hewar ( Gerçek adı bu değilmiş, sonradan bu ismi almış) sahneye  çıktı ve aldı sazı eline:

Ses ayrı, müzik ayrı, yarım saat ve yüksek bir tonla bağırıp, çığlık attı. 

Bittikten sonra, salondakiler de  ayağa kalkıp Ozan Hewar’ı alkışladılar...

Mustafa: “Faiz, Ozanın sesi nasıl, beğendin değil mi? Diye  sormuştu.

Ben de: Türkü söyleyen, saz çalan tüm insanları severim, diye cevap vermiştim.

Mustafa’da bana: ” Ozan Hewar’ın tek kusuru var, sesi daha terbiye edilmemiş. Sesini terbiye etsin, göreceksin çok büyük bir sanatçı olacak...“  Dedi.

Ben de,  olur, niye olmasın demiştim...

Konser bitti. Sazımı kılıfına koyup eve doğru giderken, Mustafa’ya:

Alacağın olsun, dedim. Beni, sahneye, sesleri  terbiye edilmemiş sanatçılarla birlikte mi davet edecektin? 

Baktım, Mustafa’da gülmeye başladı...


27 Ekim 2020 Salı

"Pikleşen” Türkçe...

 

"Pikleşen” Türkçe...



Faiz Cebiroğlu

faizce@hotmail.com




Recep'le birlikte, Türkiye'nin her tarafı kirlendi. Çirkinleşti. Türkçe de "pikleşti."

Türkçe ve hiç bir dil bilmeyen Recep Tayyip, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği

Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi (TOBB ETÜ) Mezuniyet Töreni'nde açıklamalarda

bulunmuştu: "Şu anda Türkiye ekonomide pik yapıyor, dibe değil tavana..." 12.09.2020.

Recep Tayyip’e okuması için bu söylevleri kim yazıp veriyor, bilmiyorum. ”Pik”  sözcüğün ne anlama geldiğini bilmeyen dil bilmez Recep; anlaşılan ona böylesi sözcükleri ve söylevleri yazanlar da Türkçe ve dil bilmiyor.

Durum bu olunca, ne yazık ki, her tarafın çirkinleştiği ve kirlendiği Türkiye’de, dil de,  pikleşir. Pikleşiyor! Pikleşen Türkçe, aynı zamanda Recep Tayyip ve kabile nizamın da  sertifikası oluyor.

Bu girişten sonra, pik nedir?

Pik sözcüğünü kim, hangi ülkelerin dillerinde, nasıl kullanılıyor?

Danimarka / Danca: Pik.

İsveç / İsveççe: Pick.

Hollanda / Flemenkçe: Pik.

Her üç ülkede pik sözcüğü, penis, erkeğin cinsel organı anlamına geliyor.

Gençler arasında ”pik” sözcüğü, genellikle, pornografik ve küfür olarak kullanılıyor.


Örnek olsun. Danimarka'dan.

Birinin diğerine, ya da kız arkadaşına çok kızdığında, tepkisi şöyle  olabiliyor:

” Slik min pik!”

Türkçesi: ”Yarrağımı yala!”

İşte Recep’in, ”Türkiye ekonomisi ”pik” yapıyor...” dediği ve kullanmış olduğu pik  sözcüğün anlamı budur.

Evet… Türkiye’de Recep kabile nizamıyla birlikte birlikte, gerçekten her taraf  çirkinleşti. Kirlendi. Çirkinleşen, kirlenen ve çöken yalnızca Türkiye ve ekonomisi değil,  kullandıkları dil de pornofikleşiyor. Pikleşiyor!..



16 Haziran 2019 Pazar

Müzik üzerine birkaç not...



Müzik üzerine birkaç not...(*)

Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Șarkılar ve türküler, duygu ile ilgilidir. Șarkı ya da türkü, duyguların dili oluyor.

Müzik, duygularımızı aktif hale getiriyor, uyandırıyor. Davranışlarımızı ve duygularımızı geliştiriyor.

Müzik, özgüven ve kişiliğin gelişiminde de önemli bir araçtır.

Müzik, duyguların dilidir. Duyguların dili dörttür:

Bir: Öfke.
İki: Korku.
Üç: Üzüntü
Dört: Sevinç duygusudur.

Tüm șarkılar, türküler...bununla ilgilidir. Dört duygudur.

Müzik alanında, bu temel noktalardan hareket edilerek, besteler yapılır, yapılıyor. 

Șarkının, türkünün, șiirin içeriǧine göre, besteler yapılıyor.

Müzik dinleme, dans etme veya performans gösterme yoluyla zenginleştirici deneyimler yaratmak için de kullananılan, düzenli, örgütlü ses olan bir sanat biçimidir.

İnsanın müziği algılama, icra etme veya yaratma kapasitesine müzikalite diyoruz.

Müzik, müzikalite aynı zamanda felsefedir. Buna müzik felsefesi deniyor.

Müzik felsefesi, müziğin insan hayatındaki doğası, özü, amacı, değeri ve işlevi hakkında düşünmektir.

Bu bağlamda; müzik estetiği, müziğin içeriği, anlamı ve önemi ile ilgili sorularla ve müziğe ilişkin değerlendirmelerle çalışırken; yaşam ve dünya görüşleri ile ideolojik ve dini inançlarla bağlantılı olarak sıklıkla tartışıldığı için müzik felsefesi bir adım daha ileri gider.

Bu nedenle, müzik estetiği ile müzik felsefesi arasındaki farklılıkların temel olarak müzik felsefesinin, müzik estetiğinden daha geniş ve daha genel perspektiflere yönelmesi gerçeğiyle ilgili olduğu söylenebilir.

Müzik felsefesinin ilk düşünürleri vardır: Pisagor (MÖ 570-500), Platon (MÖ 428-347) ve Aristoteles (MÖ 384-322). Örnek olsun:

PLATON: "Müzik evrene ruh verir, akla kanat verir, ciddiyet çekiciliği verir ve her şeye neşe ve hayat verir."

"Müzik ve ritim, ruhun en gizli yerlerine giden yolu bulur."

Devam ediyorum.

Besteler genellikle, müzikte, ”major” ile ”minor”arasında deǧișiyor. Bu içerikle, melodi süreci: tonasal diziliș, tempo… çaldıǧımız müzik aleti ile dinleyiciye sunuluyor. Müzik, örgütlü ses oluyor.

Müzik bir dildir. Müzik, kendimizi ve birbirimizi anlamamız için çok önemli bir dildir.

Bir müzisyen çaldığında, eserler hayat buluyor ve içine ruh ve beden katıyor. Ses aslında üçüncü sırada ilk sırada gelir. Eserin ruhu müzisyenin bedeninden ve ruhundan sesle  iletiliyor. 

Müziğe aşina olduğunuzda, bestecileri ve müzisyenleri "seslerinden" tanıyabiliyoruz.

"Ses" duygusu, müzikalitedir. İnsanların müzikal yetenekleri ve yetenekleri farklıdır. 

Ama hepimizin müzikalitesi var. Tıpkı insanları düşündüğümüz gibi biz de müzikal insanlarız. Müzikalite - "ses" duygumuz - basitçe müziği anladığımız anlamına gelir.

Müzik aracılığıyla birbirimize yaklaşmaya ve birlikte olmaya çalıştığımızın bir ifadesidir. 

Müzik hareketlerinde kendimizi, birbirimizi  tanırız. 

Başkalarının da bizim gibi insanlar olduğunu anlıyoruz. Kendimizde sahip olduğumuz hassasiyetin başkalarında da bulunduğunu hissediyoruz.

Monoton, tek yönlü bir ezgide insan, hemen konsartrasyonu kaybeder ve müzik odağından uzaklaşır.

Bu, birinci noktadır.

İki: Beste yapılmadan önce, șarkının, türkünün ya da bestelenecek șiirin bizlerde yaratmıș olduǧu duygu, nasıl bir duygudur? Bu duygunun dıșarıya yansıması nasıl oluyor? Yüzümüze ve tüm vücudumuza etkisi, yansıması nasıl oluyor?

Bu temel noktalar da göz önüne alınarak, melodinin haritası çıkarılıyor. Beste yapılıyor.

Bu durum, tüm sanat türleri için de geçerlidir. Opera, tiyatro, resim, heykel ve tüm sanat türleri için geçerlidir.

Üç: Türkiye’de, yukardaki belirlemeler doǧrultusunda, ne yazık ki, müzik yoktur. 

Müzik var da, șarkıların, türkülerin, șiirlerin içeriǧine uygun müzik yoktur.  

Ruhi Su, Ufuk  Karakoç ve bazı opera sanatçılarını ayrı tutarsak, Türkiye’de bu anlamda müzik yoktur. 

Türkiye’de, iç güdülerle ortaya çıkan, ”major” ile ”minor” karıșımından olușan, tabir caiz ise ”müzik” vardır.

Dört: Yalnız Türkiye’de değil, tüm Orta Doğu’da, müzik islamlaştı. Çölleşti.

Kulaklar, ezan sesleri ile doldu. Böylesi bir coğrafyada müzik  üretmek, dinlemek ve sevmek,  ’umut vahaları’nda, tekrar “yeni insan” olmayı gerektiriyor.

Notlarımı bitiriyorum.

Herkes türkü söyleyebilir. Önemli olan, güzel türkü söylemektir. Güzel türkü söylemek, sanattır. Bu da, müzik ve ses eğitimi gerektiriyor. 

Evet, müzik, insanlık tarihinin tüm kültürlerini temsil eden evrensel bir dildir.

Müzik, örgütlü bir sestir.

Müzik , duyguların dilidir…

---- -----

(*) Gençliğimde tanıdığım Ruhi Su vesilesi ile bu yazıyı yazdım.

15 Haziran 2019 Cumartesi

Kültürel yabancılaşma ve insan…





Faiz Cebiroğlu


Kapitalizm ve emperyalizmde, kültür sözkonusu olunca, kültürden değil, yabancılaşan ve insanlardan uzaklaşan ”kültürden” söz etmek gerekiyor. Zira, kapitalist / emperyalist sistem, insan oğlunun topyekûn yabancılaştığı bir sistem oluyor.  Bu düzende kurban olan insan, kültürden, yani yarattığı tüm değerlenden uzaklaşıyor. İnsanoğlu, çalıştığı, işlediği ve yarattığı tüm norm ve değerler, kendisi için ”yabancı” oluyor.

Nedenleri vardır.

Kültürel uzaklaşmayı doğuran nedenler vardır. En temeli, metadır; özel mülk sahipleri için üretilen metadır.

Kapitalist / emperyalist sistemde meta,  insanların  esir alınması demektir.  Pazarlarda satılmak için üretilen meta, her şeyimizi, en başta,  kültürümüzü esir alıyor, satıyor. Kültür, bu sistemde, bir meta halini alıyor. Bu sistemde insan, ”meta – para” ilişkisi çerçevesinde,  bir insanın, bir başka insan tarafından “kurban” edilmesi,  demek oluyor. Kültürel uzaklaşma, budur. Bunun ipuçlarını veriyorum.

Kültürel uzaklaşma, insan yaşamının tüm cephelerinde kendini gösteriyor. Büyük bir sabırla ve beceri ile yaratılan tüm norm ve değerler, kapitalist / emperyalist ”meta üretimi” ve ”sermaye ihracı” düzeninde yok ediliyor. Yok edilen hem üretim, hem de insan psikolojisidir. Bu düzende, üreten insan için karmaşıklık, kuşku, yaşamın anlamsızlığı gibi acılı duygular hep içte duruyor. Sistemin de istediği budur. Sistemin istediği, kültürüne yabancılaşan ve uzak duran insan tipidir. Yani, sürü olmaktır. Kültürel yabancılaşma, insanın sürüye dönüşmesi, böylesi sistemlerde var oluyor.

Doğrudur; kültürel yabancılaşma,  böylesi düzenlerde vardır ve var oluyor. Ama böylesi düzenlerde, kültürel uzaklaşmaya başkaldıran insan da vardır. İnsan mücadele eden bir varlık olarak, böylesi sistemlere karşı hep mücadele etmiştir. Kültürel yabancılaşmaya hep baş kaldırmıştır. İnsan evrim tarihi budur. Bu tarihte, insan mücadelesi hiç durmamıştır. Durmaz.

Mücadele,  durmaz. Toplum, durmaz. İnsan, mücadele etmekten hiç durmaz. Durmuyor. İnsanların esir alındığı sisteme karşı, niteliksel sıçramalar yapan, devrimci insan hep vardır. Olmuştur.  Olacaktır.  Devrimci insan, dün sömürgeciliğe karşı mücadele etti ve ediyor; bugün de, sosyalist meta üretimin bilinciyle hareket eden mücadeleci insane,  ortakça bir düzen istiyor. Bu mu, şudur:

Bir: Birbirimizi sömürerek, yaratılan değerlere el koymak yoktur.

İki: Hem birey olarak, hem de toplumsal olarak  metamız ortaktır.

Üç: Metamız planlı,  tüm toplum içindir.

Dört: Ortakça üretimin sonucu olan kültürümüz, yaratmak, yaratmak ve yaratmaktır.

Evet….Kültürel yabancılaşma, böylesi bir felsefe ile, bu felsefenin yarattığı insan ile yok edilebilir, edilecektir. Umudumuz budur.  

Umudumuz, insandadır. İnsanoğlu, en zor koşullarda ve umulmadık zamanlarda, niteliksel sıçramalar göstermiştir.

Umudumuz, mücadele bayrağını elinde dik tutan insandadır. Böylesi insanlar vardır. Bugün, kültürel yabancılaşmaya mücadele eden insanlar vardır. Her ülkede vardır. ”meta-para” ilişkisinin yarattığı, kültüründen ve kimliğinden uzaklaştırdığı insan, ”ortakça” bir düzen kurmanın mücadelesini veriyor. Verecektir.

Mücadele durmaz. Toplum durmaz. İnsan da, mücadele etmekten de durmaz.

Ne mutlu kültürel yabancılaşmaya karşı mücadele edene.

Ne mutlu tarihine ve değerlerine sahip çıkana.

Ne mutlu, ortakça düzeni kuracak  insana.



4 Mart 2019 Pazartesi

Anaokulların Önemi





Faiz Cebiroḡlu
faizce@hotmail.com

Pedagojide, çocuk gelişiminde, çocuk yuvalarının ( Anaokulların ) önemi nedir? Bu yazı, bu soruya, kısaca, yanıt verme yazısıdır.

Pedagoji ve çocuk gelişimi derken, çocuḡun, topyekûn, çok yönlü gelişiminden, bahsediyoruz. Topyekün gelişim: Bireysel çok yönlü gelişim, sosyal yeterlilik, dilsel gelişim, vücut ve hareket, doḡa ve doḡadaki olgular,  kültürel ifade tarzı ve deḡerler anlaşılır. Tüm bu eḡitimsel müfredat, daha küçükken, anaokullarında öḡretilir. Anaokullarında başlayan bu temel basamak, çocuḡun topyekün gelişiminde anahtar rol oynar. Bu açıdan, çocuk yuvaları yani anaokulları önemlidir diyoruz. Önemlidir çünkü:

1) Çocuklar, anaokullarında oyun oynarlar. Oyunda çocuklar, fantezi (hayal gücü) ve düşüncelerini geliştirirler. Çocuklar oynarlar. Oynamayı severler. Oyun sürecinde, oyun arkadaşları ile hikayeler yaratırlar. Bu esnada çıkan farklılıklar ve ihtilafları ele alır ve birlikte çözmeye çalışırlar.

2) Anaokullarında çocuklar, ortak faaliyetlere katılırlar. Çocuklar, çocuk arkadaşları ile yetişkinlerle birlekte öğrenir ve kendilerini geliştirirler. Sosyal birliktelikler ve diyalog, hem ihtilafları çözme, hem de demokratik süreçleri öğrenme  deneyimi kazandırır.

3) Anaokullarında çocuklara, hikayeler anlatılır, hikayeler okunur. Birlikte şarkılar söylenir. Bu faaliyetler ile, çocuğun dilsel gelişimi güçlenir. Çocuk, duygularını, düşüncelerini ve başkalarıyla iletişim kurmayı öğrenir.
4) Anaokullarında çocuklar, vücutlarını kullanır, zıplar ve  dans ederler. Çocuklar, dünyayı, vücudunu ve duyularını kullanarak öğrenmeğe çalışırlar. Devinimsel beceriler, çocuğun özgevini, konsantrasyon yeteneği ve fiziksel rahatlığını ilerletir, teşvik eder.

5) Anaokullarında çocuklar geziye, orman yürüyüşüne çıkarlar. Doğa,  beden ve duyguları motive eder. Doğa, doğasal yaşam, çocuğun merakını ve doğadaki tüm sırları öğrenmesine vesile olur. Bu da çocuğun, doğa ve çevre sorumluluğunu geliştirir.

6) Anaokullarında çocuklar, resim yaparlar. Çocuklar çizdikleri resim ile, düşünce ve duygularını ifade ederler. Sanat ve kültür deneyimleri, çocuklara ilham verir, yaratıcılıklarını ve kendileri için yeni şeyler yaratma yeteneklerini geliştirir.

Evet… Anaokulları, çocuk gelişiminde önemlidir. Çocuḡun çok yönlü gelişimi burada, anaokullarında atılıyor ve gelişiyor.

Tüm demokratik toplumlarda, pedagoji yani çocuk yetiştirme sanatı, kreş ve anaokullarda başlıyor.

Çocuklarımıza sahip çıkalım. Anaokulların önemini kavrayalım.

Topyekün gelişen çocuklara inanıyorum. Bu yüzden umutluyum. Çok yönlü gelişen çocuklara inanıyorum. Bu yüzden de mutluyum.

1 Kasım 2018 Perşembe

Viyolinli Kız…(*)





Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com


Günce 2:

Haziran ayı. Danimarka’nın Odense kenti. Café Biografen (Sinema Kahvesi)’de, arkadaşlarla birlikte kahve içiyorum. Yanımda, Dersimli, Azeri ve Kürt arkadaşlar var. Bir hafta sonra, Müzik Kütüphanesi’nde vereceğim konseri konuşuyoruz. Konserin afişi, ”Dosttan Dosta Ezgiler”, afişi nerede basalım diye fikir alışverişinde bulunuyoruz.

Dersimli Zeynel, ”Belediye’ye bağlı bir Atölye var. Orada, afişi, bedava basarız.” Dedi.

Anlaştık.

Azeri Hamid, ”Konser bedava olsun. Katılım da çok olur. Ne dersin Faiz?” Ben de, ”zaten konser bedeva ve Odense Müzik Kütüphanesi, kendileri organize ediyorlar…” Dedim. Hamid sevindi. Diğer arkadaşlar da sevindi. ”Kahveleri tazeleyelim”, dedi, Dersimli Nejati. Kahveler tazelendi ve içerken, viyolinli kız içeriye girdi. Tüm yüzler ve gözler ona çevrildi. Bugün de geldi dedim ve aynı saatte: 22.30. Her zaman ki gibi, elinde bir müzik kılıfı var. İçinde bir müzik enstrümanı olsa gerek, evet, violen ( viyolin’e)’e benziyor.

Ben de dayanamdım, masasına gittim: ”Merhaba, hergün, elinizde bu esntrüman ile kahveye geliyorsunuz, müzisyen misiniz?”

 ”Yok, dedi!."

"Peki, bu enstrüman nedir?”

Viyolinli kız: ”Elbiselerime ve duruşuma uygun diye, elimde taşıyorum!...” Dedi.

Ben de: ”Öyle mi? Gerçekten yakışıyor. Dedim. Güldü.”

Tekrar arkadaşların masasına gittim.

Dersimli Zeki: ”Konuştuğun bayan arkadaşta mı, konserine katılacak? Birlikte mi konser vereceksiniz?” Diye, sordu.

”Yok dedim. Merakımdan,  elindeki müzik enstrümanı sormuştum, bu kadar.”

Kahvem soğumuş…Dersimli Zeynel, ”bir kahve daha getirelim” dedi.

Ben de, ”şarap olsun. Kırmızı şarap.”

Kahveler ve şarap içilirken zaman da geçiyordu. Son otübüse yetişmek gerekiyor. Kalkalım dedim. Kalktık ve yarın, konser afişini, Belediyeye bağlı Atölye’de basmak için arkadaşlarla anlaştık.

Kapıdan çıkarken, viyolinli kızın masasına baktım, iki arkadaşı daha gelmiş: Gin &Tonic içiyorlar. El salladım. O da el salladı…

Son otubüse yetiştim. Aklıma kızın cevabı geldi: ” Viyolini, elbiselerime ve duruşuma uygun diye, elimde taşıyorum!”
---
(*) Danimarka / Odense kenti. 1987

8 Eylül 2018 Cumartesi

Türkiye’de vijdanı arıyorum(*)




Fadıl Ölmez

Arapçadan, Türkçeye girmiş: Vijdan. Vijdan nedir? Bu sözcüḡü de tanımlamak bana düştü.

Vijdan: Vejede, yevjüdü, el-vejd. Bulundu, bulunuyor ve bulunmak. Ben de Türkiye’de ve Türkçede vijdanı arıyorum. Bulacak mıyım? Aramaktan zarar gelmez!

Yok. Vijdansızlar Türkiyesi ve Türkçesinde bu sözcük yoktur. Arapçadan Türkçeye geçen bir vijdan sözcüḡü var ama hangi anlamda kullanılmış, bunu da bulamadım. Hem vijdan var, hem de vijdan yoktur. Tam Aziz Nesin’lik bir durum. Türk Dil Kurumu’na yazayım, dedim ; O da vijdanı arıyor diye, vaz geçtim.

Peki vijdan nedir?

El-Cevap mı, şudur: Dilsizlere dil bulmaktır. Dil mi, yürektir!

Vijdanı yok olan yüreksizlere de sormak gerekiyor: Vijdan nedir?

Arapçadan, Türkçeye giren bu sözcük üzerine durdum.

Evet, vijdan,  yani bulmak… Yürüyüşümüzde vardır. Anadolu’da da vardır.

Vijdanı ben de arıyorum ve hep birlikte bulacaḡız.

---
(*) Danimarka / Odense kenti. 1990